23 Kasım 2011 Çarşamba

'Sinekler sevişirken' siz koltuğunuzda rahatsızca kıvranacaksınız


Mine Söğüt'ün aynı adlı öyküsünden sahneye uyarlanan 'Sinekler Sevişirken', klişelere sapmadan, seyirciyi oturduğu yerde ufacık bırakan bir ensest hikâyesi anlatıyor


Hakan Günday, son kitabı ‘Az’ın ilk sayfalarında, tavandaki ince bir çatlağı birazdan kendisine zarar verecek kara bir böcek olarak gören küçük kızı anlatır. Böcekten duyduğu korku kendisini ranzanın ikinci katından aşağıya sallamasıyla, altı yaşında karşılaşacağı ölüm anına götürür küçük kızı. Mine Söğüt’ün geçtiğimiz günlerde çıkan öykü kitabı ‘Deli Kadın Hikâyeleri’nden, ‘Sinekler Sevişirken’i okurken aklıma Günday’ın çatlağı böcek sanıp ölüveren küçük kızı gelmişti. ‘Sinekler Sevişirken’in genç kızıyla, ‘Az’ın minik kızının pek ortak noktası olmasa da yaşadıkları şiddet dolu anlar ortaklaşmıştı zihnimde.
Söğüt; yatağa mahkum ve ensest kurbanı genç kadını dört sayfalık öyküsünde bildiğimiz, sevdiğimiz ve içimizi dağlayan üslubuyla anlatıyor. Öykünün yine Mine Söğüt’ün uyarlaması ve yönetmenliğinde sahneye taşınacağını duyduğumdan beri bu zor metnin nasıl oyunlaştırılacağını merak etmekteydim. Oyuncu da iki senedir sahnelediği, bir Commedia dell’arte türü olan ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’nde kırıp geçiren Merve Engin olunca; onu ‘komik kadın’ olarak belleyen seyirci için de türler arasında keskin bir geçiş yapan Engin’in kendisi için de ekstra zorlu bir durum beliriyordu.

Seyirciye genç kızı, mâhkum olduğu yatakta tepeden izliyormuş hissi verecek şekilde sahnede dikine yerleştirilmiş yatakta ‘yatan’ Merve Engin, yarım saatlik oyun süresi boyunca aynı pozisyonda ‘sineklerle olan savaşını’ anlatıyor. Oyunun acı sürprizini bozmamak için asıl sineğin kim/ne olduğunu saklamak en iyisi. Hikâyeyi okumadan gidenler arasında da tahmin edenler çıkacaktır ama yine de oyunun sonunda öznenin kim olduğu genç kızın ağzından duyulduğu anda, yan yana dizili sandalyelerin, seyircilerin sinirden salladığı bacaklarının etkisiyle titrediğini hissedeceksiniz. Genç kız ‘tek kişilik kâbusuyla’ boğuşurken, ailenin/sistemin/koca bir dünyanın görmezden gelmesinin temsili olan, annenin yumuşak ve yatıştırıcı ama hissiz tepkileri daha da çok bozacak sinirlerinizi.

‘Sinekler Sevişirken’ konusu, dili ve oyuncunun hareket imkânını neredeyse sıfıra indirgemesi itibariyle zor bir oyun. Merve Engin, oyununu yatağa bağlı halde sürdürürken en çok yüzüne yükleniyor haliyle. Yüz mimikleri ve sesi yer yer metnin anlattıklarından kat be kat gergin bir hâl alıyor. O kadar yaralayıcı, yer yer mide bulandırıcı ki yaşamak zorunda kaldıkları bu bazı anlarda ‘histerik’ bir hâl alan oyunculuk repliklere uyumsuz kalmıyor. Ama metnin ağırlığını sindirebilmemiz için ara ara da olsa bir nebze daha sakinlik fena olmayabilir.
Öte yandan Engin yatağa sabitlenmiş vücudunu mümkün olan her şekilde oyuna sokuyor. Sadece elleri kolları ve kafası serbestken tüm gövdesiyle oynamayı başarabiliyor; nefes kontrolleriyle bir büyüyor, bir küçülüyor. Ve anlattıklarının ağırlığıyla birlikte vücudundan aldığımız mesajlar da içimize çöküyor, yutkunmaya devam ediyor, rahatsız rahatsız kıvrandığımız sandalyemize sığamaz oluyoruz. İnsan olmaktan, ensestin, tecavüzün varlığını bilip de bir şey yapmayan çaresiz halimizden utanıyoruz. Tek teselli bu kılçıklı mevzuu  bayağı ifadelere, klişelere ve kör göze parmak mesajların kıyısından geçmeden anlatan bir metinle&sahnelemeyle karşı karşıya olmak oluyor.



Oyununuzu 'normal mi' alırsınız, 'alternatif mi'?


Alternatif tiyatrolardaki ‘yaratıcılık kıvılcımının’ zorunluluktan doğduğunu söylemek ne kadar doğru olur? Peki ‘normal’ mekanlar zorluk çekmediği için mi daha az yaratıcı? 

Tekrarına denk geldim; NTV'de Yekta Kopan, tiyatrocular Nilgün Kurt, Serkan Keskin ve Yeşim Özsoy Gülan ile alternatif tiyatro mekânlarını konuşuyordu. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin'den de görüş alınmış. Bilgin, alternatif mekânların çoğalmasından duyduğu memnuniyete geçmeden, “Keşke alternatif mekânlara gelene kadar normal tiyatro mekânları da yeterli olsaydı” dedi. 'Normal' ile kast ettiği klasik tiyatro salonlarında çalışabilen, ödenekli ve özel tiyatrolar olsa gerek. Ardından, zaten ‘alternatif tiyatroların' da biraz da bu yetersizlikten yola çıkarak hayat bulduğunu, buralardan ‘yaratıcı kıvılcımlar’ çıkmasının kaynaklarından birinin de ‘zorunluluk’ olduğundan bahsetti. Bilgin son derece iyi bir niyetle aktarıyordu gözlemlerini şüphesiz. Gelgelelim aklıma şöyle şeyler takıldı:

'Normal' tiyatrolar pek zorlukla karşılaşmadıkları; mekân, dekor, telif vs sıkıntısı çekmedikleri, kemikleşmiş bir oyuncu kitlesine de sahip oldukları için 'yaratıcılıktan' uzak düşmüş olabilirler mi? Diğer yandan alternatif tiyatrolardaki ‘yaratıcılık kıvılcımının’ zorunluluktan doğduğunu söylemek ne kadar doğru olur? Kanımca ortada bir zorunluluk varsa bile bu Bilgin'in bahsettiği maddi imkânsızlıklardan, mekansızlık sorunlarından daha derin bir dertten kaynaklanmakta. Genç kuşağın 'başka türlü' bir tiyatro yapmak, çağına dair meseleleri sahneye taşımak istemesi; asıl zorunluluk. ‘Büyük büyük’ oynamaktan, klasik metinleri, klasik yorumlar ve rejilerle sahnelemekten kaçınmak istemeleri, kafaya asıl taktıkları. Neredeyse her ay yeni bir grubun doğmasının sebeplerinden biri de bu zorunluluk. Geri kalan her şey içinse 'tercih' kelimesini kullanmak daha isabetli olacaktır.

                                                            ****

Geri kalanlar: Alternatif olarak adlandırdığımız grupların dar mekânlarda, maksimum 50 kişiye oynaması. Her seferinde farklı biçimler denemeleri. Farklı ülkelerde örneklerini gördükleri sahneleme yollarına sapmaları. Çağdaş yazarların metinlerini çevirmeleri. Dekor ve kostümde, seslendirmede yeni denemeler yapmaları... Hepsi kendi yollarını bulma girişimlerinin sonucu. Tercihleri böyle olduğu için de ortaya çıkan pahalı ve hantal prodüksiyonlar değil, yeni ve yaratıcı işler oluyor. Sonuç eksik/fazla olabilir ama yaratıcı ve üretken oldukları kesin. Seyirci tarafının da hakkını yememek gerek: Gittiğim hemen her oyun, mekânı tıka basa dolduran bir gruba oynanıyor. Bunda ekiplerin çabalarının etkisi büyük ama seyircinin de üzerinde daha çok düşünülmüş işler görmek, kendi hayatlarına da dokunan öyküler duymak istediği aşikar. Çekinmeden takipte olmak lazım, elini korkak alıştırmayan grupları. Daha iyiye yol almaları için de üzerine tartışmak, yazmak... Darısı 'normal' mekânlara sahip tiyatroların da başına olsun.


Adem'le Havva hiç bu kadar suskun olmadı 


Kurulduğundan beri 'feminist tiyatro' yapan Tiyatro Boyalıkuş, yeni oyunlarında yukarıdaki mevzua örnek olabilecek bir yola sapıyor: ‘İç Ses’, alışık olduğumuz formların dışında bir oyun. Jale Karabekir’in yönetip yazdığı oyun, bir tür Adem ve Havva hikâyesi. Yaptığıysa salt bir kadın-erkek öyküsü anlatmak değil. Oyuncuların seslerinden vazgeçilmiş, kadın ve erkek oyuncuya birer iç ses verilmiş. Karşılığında bedenlerini mümkün olduğunca verimli kullanmaları beklenmiş. Şengül Özdemir ve Gökmen Kasabalı, birbirini çok sevmiş ama kendilerinin bile unuttuğu bir sebepten küsüp, susmayı seçmiş olan, kadınla erkeği sessizce canlandırıyor. İçlerinden geçirdikleri her şeyi, seslendirme yapan oyuncuların mekâna yayılan sözlerinden takip ediyoruz.
Broşürlerine de not ettikleri gibi hem kendileri hem de seyirci tarafında ezber bozdukları doğru. Metnin zamansal olarak düz bir akış izlememesi, hiç bir şeye fazla anlam yüklemeyip çoğu şeyi seyirciye bırakması, üçüncü iç sesin yazara ait olması ve yazarın tereddütlerinin de verilmesi tatlı buluşlar. Lakin Boyalıkuş'tan beklemediğim naiflikte bir oyun izlediğim kanısındayım. Rejideki denemelere ve oyuncuların beden kullanımı becerilerine diyecek yok ama 'feminist tiyatro' yapan gruptan, 'kadın-erkek' ilişkilerine dair daha net bir söylem bekliyordum. Kadın-erkek iletişimsizliğini anlatma noktasında değil ama tanıtım yazısında geçen 'binlerce yıldır süren erkek egemen sistemin' anlatılması konusunda beklediğimi bulamadım. Gerçi ekip de ‘anlamlandırmayı ve nasıl bir bakış açısıyla izleyeceğini’ seyirciye bıraktığını söylüyor. Tarafım ve bakış açım belli olduğu halde ekipten alışık olduğum feminist dramaturgiyi yakalayamayınca, farklı rejinin tadını çıkarmayı tercih ettim. Kendi açınızı bulmak size kalmış...

9 Kasım 2011 Çarşamba

Oyunlara biraz kadın bakış açısı lütfen!







Neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor; tecavüze, tacize uğruyor. Gazeteler ‘güzel kadın’ görseline
doymuyor. Uzun bacaklar, diri memeler ve şehvetli pozların; ‘daralan’ ruhları ferahlatması umuluyor. Kadın cinsi halihazırda durmaksızın aşağılanmakta, şiddete maruz kalmaktayken; dünyanın ne kadar berbat bir yer olduğunu göstermeyi dert eden tiyatro oyunlarında da bu tavır tekrarlanmak zorunda mı? Yazarların, yönetmenlerin, dramaturgların bir metne ‘feminist dramaturgiyle’ olmasa bile en azından ‘kadın bakış açısını’ göz önüne alarak bakmaları çok mu zor? Yoksa kendi hayatlarında da böyle bir dertleri olmadığı için, farkına varmadan mı sahnede de bu tarz bir yok saymaya gidiyorlar? 


Tiyatro Yanetki, İrlandalı çağdaş oyun yazarı Martin McDonagh’ın Galway üçlemesinden ‘Yalnız Batı’yı sahneliyor. İrlanda’da küçük bir kasabada yaşayan iki yetişkin erkek kardeş, bir rahip ve kasabanın güzel kızı Girleen’den oluşan kadro; kasabanın depresif havasının bir kesitini sunuyor. İntiharların, cinayetin ve her türlü intikamın doğal karşılandığı kasabada bir grup insan çamurda debelenircesine, birbirlerine karşı en ufak bir sevgi ya da empati kırıntısı beslemeden yaşamakta. Vicdanı temsil etme görevi; ‘kötülükleri’ engelleyemediği için ‘inanç krizleri’ yaşayan, vicdan azabı ve alkol düşkünlüğü arasında debelenen rahip Welsh’te. 
Coleman ve Valane; birbirinden kaba, umarsız iki yetişkin erkek kardeş. Babalarını kaza sonucu kaybettikten sonraki mezarlık sahnesiyle başlıyor oyun. Esasında babayı Coleman bilerek öldürmüştür. Tüm kasaba, gerçeği ‘kaza oldu’ yalanıyla değiştirmektedir. Zira burada böyle şeyler pek umursanmaz... Düzeni değiştirmeye tek niyetli olan rahiptir, o da hayli beceriksizdir. Bir paket cips ya da iki yudum viski için bile birbirlerinin boğazına sarılmaya hazır iki kardeşin bağlanması için tek çırpınanan da odur. Lakin suçluluk hissinden kurtulamaz. Girleen ise acımasız ve son derece cinsiyetçi bu erkek dünyasındaki tek kadın. Ancak belli ki kadın karakterin de oyunun genelindeki cinsiyetçi havayı dağıtması ihtimali söz konusu edilmemiş. 


McDonagh’ın kaba komedi - kara mizah eseri metni evet, türün doğasının da gereği olarak bolca küfür
içeriyor. Yanetki’nin sahnelemesindeki sorunsa sahnede kurulamayan denge. Zira bu tür metinler bıçak sırtı bir noktada duruyor. Metni sahneye; bir tür oyunculuk ya da sahne şehvetine kapılıp taşıyınca, yazarın bahsettiği feci dünyaya belli bir mesafeden bakmaktansa o çamurun içinde karakterlerle debelenmeye başlıyorsunuz. Oyunun tek kadın karakteri tüm kasabanın kendisini nasıl da ‘becermek’ istediğini anlatırken misal, sahneleme tercihinden ötürü, farkında olmadan cinsini aşağılayan bir beden dili sergileyebiliyor. Kardeşler metindeki küfürleri, kendilerinden geçip fazla fazla kullanabiliyor. Seyirci de her küfürle otomatik kahkahalara boğulabiliyor. Kabul, bir kara komedi metninden bahsediyoruz. Ama sahnede koca bir erkek dünyası kurup, kadın karaktere de bulunduğu duruma belli bir mesafeden bakma fırsatı sağlanmıyorsa, en azından kadın seyirci açısından rahatsız edici bir durum var demektir.  
Oyunu 20’li yaşlarında bir seyirci grubuyla izledim. Hissettiğim rahatsızlığın daha ağırı; genç kadın seyircilerin de kendi cinslerini aşağılayan lafları ve sahnelemeyi kahkahalarla karşılaması oldu. Buradan bakarsak, “Seyirci oyuna bayıldı” denebilir ama tam da bu durum, bizi oyunun temel derdinden uzağa savuruyor. Bu kaba komedi metni bize nasıl da acımasız bir çağda yaşadığımızı anlatmak istemiyor muydu? Çok eğlendik ama neden bu kadar ‘yalnız ruhlar’ olduğumuzu sorgulayabildik mi? 


Sorun tek başına oyunculuklarda değil; tercih edilen oyunculuk tarzında. Murat Mahmutyazıcıoğlu, rahip
rolünde vicdanı tam tamına temsil eden bir oyunculuk sergiliyor. Coleman’da Deniz Karaoğlu, Valane’de Faruk Barman enerji saçıyor. Problem şu ki ikili fena halde ‘seyirciye oynuyor’. Doğal bir oyunculukla atışmaları, birbirlerinin boğazlarına sarılacak hale gelmeleri ve durmaksızın savurdukları küfürler güldürdükçe de enerjileri yükselişe geçiyor. 
Ama o doğal oyunculuk hali, televizyon skeci komikliğiyle baş başa bırakıyor izleyiciyi. Kuşkusuz bu da
bilinçli bir tercih, genç izleyiciyi eğlendirmek için de pratik bir yol. Ama tiyatro oyunu dediğimiz şeyin
çarpıcılığını eksiltiyor, McDonagh’ın sunduğu gri dünyayı anlamamızı zorlaştırıyor. Komedi bulutu içinde kaybolup eğlenceli vakit geçirmiş olmakla kalıyoruz. Ahlakın, sevginin, bireyin yok oluşunu, ‘yalnız ruhları’ gerçekten anlamamız için rejinin de oyunculukların da belli bir mesafeden kurulmasına ihtiyacımız var. Ve biraz kadın bakış açısına... 


Yalnız Batı 
Yazan: Martin McDonagh 
Yönetmen: Serkan Üstüner 
Çeviri ve Dramaturgi: Elif Baş
Oyuncular: Deniz Karaoğlu, Faruk Barman, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Damla Sönmez

26 Ekim 2011 Çarşamba

Bu kıyıya bir uğramak lazım...

Merve Engin ismini duydunuz mu? Duymadıysanız, hele bir de tiyatro sözcüğünün kendisi bile tüylerinizi diken diken etmeye yetiyorsa, ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ni görün. Bir yıldır sahnelediği bu tek kişilik oyun, İtalyan Commedia Dell’Arte geleneğinin bir alt türü olan Commedia Gabriellina stiline ait. Engin’in 11 karakteri tek başına canlandırdığı 60 dakikalık, temposu düşmeyen bir gösteri. Commedia Dell’Arte’ye ucundan aşinaysanız; Pantalone, Arlecchino gibi karakterlerden haberdarsanız söyleyelim: Engin düz bir oyun çıkarmıyor, ön oyunda da asıl metinde de sık sık seyirciyle temas kuruyor. Sağa sola laf yetiştiriyor, düşen aksesuarı da söyleyemediği repliği de malzeme yapıp enerjisini yükseltiyor. Marifeti de tonlama ve vücut kullanımı çeşitlemeleriyle sınırlı kalmıyor; hortumdan kusma efektine türlü doğal olayı seyircinin gözünün önüne getiriyor. Bir tür stand-up yapıyor. Laf aramızda, “Aranan komik-kadın bulundu” türü tespitlerden haz etmiyor. ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ 20 Ekim’de Kumbaracı 50’de; ardından Engin iki sıfır oyunla daha (‘Kaplumbağalar Şişmanlamaz Çünkü Kabukları Vardır’ ve ‘Sinekler Sevişirken’) aynı sahnede olacak.  

Kulağınıza fısıldanacak, sadece size oynanacak bir oyuna hazır mısınız?

  
Bu oyunda tek başınızasınız. Sadece siz, yani seyirci; bir de oyuncu. Dizinizin dibinde, kulağınıza doğru, göz göze oynayacak size; üç oyuncu da. Anlatacağıma 'Başbaşa ya da yüzyüze tiyatro' demek uygun olabilir. Şimdilik 'Tiyatro Artı'nın ifadesini kullanalım: 'Tek seyircilik oyun.'


Daha önce 'Bir Takip Oyunu'nda, seyirciye kulaklıklarla sokaklarda 'oyunlu bir gezinti' yaptırmıştı, aynı ekip. Bu sefer mekân içindeler. Tüm kalıpları yıkarak cesur seyir deneyimi yaratmışlar. Sürprizi bozmamak lazım; üstü kapalı olarak hadise şu şekilde cereyan etmekte: ‘Tiyatro Artı'nın Harbiye’deki yeri 'Mekân Artı'yı arayıp randevu alıyorsunuz. 55 dakika süren oyuna, 15 dakikada bir yeni seyirci alabiliyorlar, oyunu perdelerle koridorlara bölünmüş bir alanda oynadıkları için. Demir kapıdan içeri tek başınıza giriyorsunuz. Loş ortamı, gerilimli bir müzik kaplamış. Karşınıza çıkan projeksiyon ekranındaki mesaj, gördüğünüz sandalyeye oturup, kulaklıkları takmanızı söylüyor. Video performanslarını izlemeye başlıyorsunuz. Bir cinayet soruşturmasına üçüncü gözsünüz artık ya da belki de bizzat sorgu memuru...

Cinayet öncesi ve sonrasının tanıkları rolündeki Ayça Damgacı, Memet Ali Alabora, Şebnem Sönmez ve Suat Sungur başlıyor anlatmaya. İpuçlarını birleştirmek size düşecek belli ki... Ardından karşınızda aralanan perdeden çıkan el, sizi sonraki bölmeye alıyor; oyuncuyla başbaşa olduğunuz anlardan ilki başlıyor... Karşılıklı dizdize oturup, siyah perdelerde çevrili ortamda ‘zanlının’ alaycı bir ifadeyle anlattıklarını dinleyeceksiniz. Diğer iki bölümde de tek tek karşılarına ya da yanlarına alıp sizi, anlatacak olayın üç tarafı; ‘kanlı geceyi’ kendi açısından. Zanlı, maktulün karısı ve maktül...

Aynı olayı birbirini tutmayan detaylarla dinledikçe, 'gerçekliği' sorgularken bulacaksınız kendinizi. En azından amaç bu olsa gerek... Peki, aslında ne oluyor? Bu deneyimi herkes başka türlü yaşayacaktır ama metnin derdine kafa yormayı zorlaştıran bir seyir hali bu. Tedirgin edici, "Şimdi ne olacak?" hissinin geçmediği, insanı "Acaba sorularımla ters köşeye yatırmam bekleniyor mu benden? Yoksa dinleyip dinleyip çıksam mı?" ikilemine sokan bir reji. Bir yandan da "Cinayeti aydınlatacak konumdayım" diye düşünebiliyorsunuz.

Koltuğunuza kurulup izleyeceğiniz bir oyun değil. Eski usül 'interaktif' oyunlardan ya da 'suratınıza doğru' oynananlardan da değil. ‘Tek seyircilik oyun’ fikri, seyirciyle-oyuncu arasındaki mesafeyi tamamen kaldıran, icabında seyircinin kendiliğinden oyuna dahil olması için açık kapı bırakan bir yöntem. Ryūnosuke Akutagava'nın 'Çalılıklar Arasında' öyküsünden uyarlayarak ‘Üç Kişi’yi sahneye koyan isim; Ufuk Tan Altunkaya. Genç yönetmenin; Akira Kurosawa tarafından 'Rashomon' adıyla sinemaya uyarlanan bu öyküyü seçme sebeplerinden biri de öykünün yapısının kafasındaki konsepte denk düşmesi. 'Bir Takip Oyunu'nu da kendisinin hazırladığı bilgisiyle, 'tek seyirci' anlayışına olan merakını kendisinden dinledim: "Bu çağda bir öykünün içine girebilmek çok zor. Üç boyutlu film bile etkilemiyor seyirciyi. Ama tek seyircilik oyunda kaçış yok gibi. Oyun, sizi içine alıyor. Sahne hilelerine başvurmaya da gerek olmuyor."

Metne konsantre olmak zor olsa da oyuna dahil olmak açısından ‘Üç Kişi' hedefine ulaşıyor. Bir cinayet soruşturmasının içinde ama daha mühimi bir oyunun tam orta yerinde buluyor seyirci kendini. Sorular sorarak, kendisine ‘dökülen’ tarafı tersleyerek ya da teskin ederek misal, oyuna katılmak da serbest; klasik bir tiyatro salonundaymış gibi davranıp, dinleyip çıkmak da. Oyuncular da hikâyeden kopmadan sonsuz bir doğaçlama (Tabii karşılarındaki, oyuna katılmayı seçen bir seyirciyse) yapmak durumunda. 'Üç Kişi' ekibi bu görevi layıkıyla getiriyor yerine.
Ama ‘Üç Kişi’nin asıl düşündürdüğü şu: Tiyatro, seyirciyle mesafeyi kaldırmak ya da seyirciyi gittikçe daha fazla rahatsız etmek zorunda mı? Tribünleri biraz daha hareketlendirmez, izleyiciyi metnin içine sokmazsa olmaz mı? Artık hiçbir şeyin şaşırtmadığı bir çağda yanıt "Evet" belki de. Kendi yanıtınızı bulmak için bir randevu alın derim...


Adı gibi ‘bulanık’ haller…





İngiltere’nin üretken in your face yazarlarından Simon Stephens’in çarpıcı metinlerinden ‘Pornografi’ ve ‘Punk Rock’ı DOT sahnelerinde görmüştük. Bu sezon yeni bir metni, Engin Hepileri’nin yönetmenliğinde bir İkinci Kat prodüksiyonu olarak sahnede. Yıllarca Kenterler’de sahneye çıkan Hepileri, belli ki metni gerçekten çok sevmiş, sahiplenmiş ve Londra’da nisanda prömiyer yapan oyunu Türkiye’de sahnelemek için Deniz Türkali, Erkan Avcı, Erkan Pekbay, Defne Halman, Cengiz Bozkurt ve Yeşim Koçak’tan oluşan deneyimli ekibi bir araya getirmiş. Lakin ‘Bulanık’, orijinal adıyla ‘Wastwater’ kullanışlı, sade sahne tasarımına ve başarılı oyunculuklarına rağmen, metnin kendisinden kaynaklanan bir aksamayla seyirciyi içine alamıyor.
30’ar dakikalık epizotlarda, üç çiftin (telaşlı koruyucu anne–yeni bir hayat kurmak üzere Kanada’ya uçmaya hazırlanan sorunlu oğul; otel odasında buluşan polis&porno oyuncusu kadın-matematik öğretmeni erkek; Uzakdoğu’dan kaçırılan bir çocuğu ‘satın almak’ üzere bekleyen adam-çocuk ticareti yapan genç kadın), birbirlerinden habersiz, aynı anda yaşadıkları gerilimli anlara tanık oluyoruz. Her öykünün detayında bir çocuk istismarı vakası yatmakta ki üçüncü öyküde kendini açıktan belli eden bir durum bu. Bir havaalanına yakın mekânlarda geçen kesitleri izledikçe görüyoruz ki karakterler birbirlerine temas etmiş, hayatlarının farklı dönemlerinde. Mutlulukları, kişisel tatminleri ya da para için insanlık suçu işleyenler, birer umutsuz vaka olan kadınlar ve adamlar, bahsettiklerimiz. Ve hepimiz biliyoruz ki oyunun da işaret ettiği gibi dünyamız (batının müreffeh ülkeleri de gelişmekte olanlar da) ‘kötülükle’ dolup taşmakta. Çocuklar cinsel istismara maruz kalabilmekte, kadın bedenleri porno sektöründe tükenebilmekte, aileler nedense illa çocuk sahibi olmak isteyip sonra da onlara sahip çıkamamakta vs… Biliyoruz, çok vahşi bir dünya burası. Ama neticede ‘Bulanık’ bir eksiklik, bir “Peki sonra?” tadı bırakıyor. Metindeki kapalılık, sahnede oyunun tıpkı Türkçe ismi gibi ‘bulanık’ bir ifade oluşmasına sebep oluyor.

Metnin istediklerini söyleyememesi bir yana koyarsak; başta Cengiz Bozkurt’un tedirginliğini ağır ve sade ifadeleriyle verdiği performansı, oyunculuklar ve yönetim yerli yerinde. Yine de not düşmeden olmaz: Oyunun Londra, Royal Court Tiyatrosu’nda sahnelenen versiyonunun fotoğraflarından anladığım, kostüm ve bazı dekor seçimlerinde orijinaline fazlasıyla sadık kalınmış olduğu. Kıyaslamayı birkaç kare fotoğraf üzerinden yapmanın olanaksız olduğunu kabul ederek, Katie Mitchell’in yönettiği ‘Wastwater’ ile Engin Hepileri’nin yönettiği ‘Bulanık’ arasında belirgin yorum farkları olduğunu umut edelim. 

13 Ekim 2011 Perşembe

75 dakikalık 'Bir seks işçisinin öyküsü nasıl anlatılır?' dersi...


Talimhane'nin geçen sezondan devam eden oyunu 'Önce bir boşluk oldu...'yu hem başlıktaki sebepten hem de Esra Bezen Bilgin'in performansı için görmeli



Malum, son on gündür ‘tiyatro’ kelimesinin –en azından İstanbul’da- tek bir karşılığı vardı: III. Richard. Daha direkt bir ifadeyle; Kevin Spacey. Oyunculuğunu defalarca ispatlamış bir ismi, ‘tiyatro tarihinin’ en zalim karakterlerinden biri olarak izlemek, onun III. Richard kılığında tüm saray eşrafıyla dalga geçercesine tahta –topallayarak da olsa– kendinden emin yürüdüğünü görmek, kışkırtıcı oyunculuğuna gülmek, 3.5 saatlik süreye rağmen, eşi bulunmaz bir fırsattı.
Mevzuun sadece ‘Hollywood yıldızı ayağımıza gelmiş’ kısmıyla ilgilenmeyenler içinse; Old Vic Tiyatrosu’nun Sam Mendes imzalı III. Richard yorumu, tertemiz bir dekor&ışık&sahneleme anlayışı ve keskin geçişleriyle, ‘kâbus sahnesi’ ve basit ama yaratıcı ‘öldürme efektleri’ gibi mizansenleriyle de akılda kalacak. 

* * *
Spacey’yi kaçıranlar üzülmesin; dikkatli bakılırsa, şehirde her daim izlenebilecek, hayranlık uyandırıcı başka performanslar da mevcut... Her pazartesi 20.30’da İKSV’nin Salon’unda ekim boyu izlenebilecek olan ‘Önce bir boşluk oldu kalp gidince, ama şimdi iyi’de misal; Esra Bezen Bilgin ‘döktürmek’ yakıştırmasının hakkını veren bir oyunculuk sergiliyor.
Talimhane Tiyatrosu’nun prömiyerini nisanda yapan oyunu, İngiliz yazar Lucy Kirkwood’un, Seçil Honeywill’in uyarlamasıyla Mehmet Ergen’in yönetmenliğinde sergileniyor. Orijinalinde Afrika-İngiltere arasındaki ‘insan ticareti köprüsü’nün mağdurlarından biri olan siyah kadının yerini, Ukrayna’dan parlak hayallerle İstanbul’a gelen Dijana almış.
Dijana’yı 1 saat 15 dakikalık oyun süresi boyunca, ‘Türkçeyi sonradan öğrenen Ukraynalı kadın’ ağzıyla, kulağı hiç tırmalamadan, doğal bir şekilde oynuyor, Bilgin. Sahnedeki üç yatak, oyunun ve Dijana’nın hayatının bölümlerinin mekânları. Fuhuşa zorlandığı yatak, ilk bölüm. Sarkastik bakışıyla kendisiyle de; yattığı, sayısı çöp kovasındaki prezervatif sayısıyla eşit erkeklerle de; neo-liberal sistemin günlük hayattaki etkileriyle de bir güzel dalga geçtiği odası burası.
İkinci yatak; kendisi gibi kaçak, Türkmen seks işçisi Bahar’la karşılaştığı nezarethane. Üçüncü yataktaki; pırıl pırıl, neşeli bir Dijana. Bu flashback sahne, Dijana’nın ‘önce dişlerine âşık olduğu’ Mustafa’yla nasıl tanıştığı (Bilgin’in kulüpte çalan Serdar Ortaç parçası eşliğinde kendinden geçtiği sahne şahane) ve ‘şimdiki zamana’ gelene kadar yaşadıklarına ayrılmış.
İnsan ticaretinin ve fuhuşa zorlanan kadının maruz kaldığı şiddet; ajitasyonun kıyısına uğramadan, cinsiyetçi klişelere kapılmadan, seyirciye küçük kahkahalar attırılarak aktarılıyor. Oyunun büyük kısmını sırtlayan Esra Bezen Bilgin “İyi ki gördük” dedirtecek bir oyunculuk sergiliyor; nezarethane arkadaşı Güliz Gençoğlu, güvensiz ve hafif ‘çatlak’ Türkmen seks işçisinde hiç sendelemiyor.
İnsan ticareti mağduru bir seks işçisinin öyküsünün ‘akbabalaşmadan’ nasıl görselleştirilebileceğine kıvamında bir örnek… Kadına yönelik şiddeti, ‘şiddetin pornografik fotoğrafları’ olmadan anlatamayacaklarını düşünenlere tavsiye edilir.

Farklı bir müzikal geliyor 

Oyun makinesi gibi çalışan genç ekip Tiyatro 0.2’den hem kendilerini, hem de seyirciyi sınayacak yeni bir hamle geliyor: ‘Disosya Harikalar Dünyası.’ Şu ana kadarki oyunlarından farkı; kendi mekânları ‘İkincikat’ın dışında oynayacakları ilk oyun, ilk büyük prodüksiyonları ve ‘kara komedi-müzikal’ olarak tanımlanabilecek alışık olmadığımız bir türe ait olması. Sami Berat Marçalı’nın yöneteceği oyun, kasım sonunda prömiyer yapacakmış. Metin, ‘in-yer-face’in ünlü isimlerinden, İskoç oyun yazarı Anthony Neilson’ın. Disosyetif bozukluğa sahip bir kadının, hastalığından kurtulmak için geçirdiği yolculuk ve o esnada başına gelenler, konu ediniliyor. ‘Güvensizlik görevlileri’, ‘günah keçisi’, ‘yemin alıcı’, ‘kral kara köpek’ gibi karakterleriyle merak uyandırıcı bir iş olacağa benzer. Beklemedeyiz…

4 Ekim 2011 Salı

Herşey çok güzel olur mu?

Yeni sezonun ilk yazısı bir yerli in your face olan 'Aşk Şarkısı' hakkında...














Çok değil, beş yıl öncesine kadar ‘memleket tiyatrosu’ mevzuu, ortak bir serzeniş eşliğinde açılırdı: “Sahne mi var doğru dürüst…” Genç tiyatrocular ‘şehir’ ya da ‘devlet’e atamazsa kapağı, ‘özellere’ ispatlayamazlarsa kendilerini kalıverirlerdi içlerindeki hevesle. Bir dert daha vardı hem: “Yerli oyun yazarımız yok!” Sonrası şu meşhur klişe: “Zaten tiyatro ölü bir sanat artık…” Üniversite tiyatrosu geleneğinden gelen yarı profesyonel gruplar (gündüz mühendis, bankacı, akşam tiyatrocu olanlar…) Beyoğlu’ndaki tek tük sahnelerde hem metin seçimleri hem de oyunculuk anlayışlarıyla alternatif bir soluk olurken, ‘okullu oyuncular’ için durum pek parlak değildi...
Memleket sathına, DOT’un cesur çeviri oyunlarıyla giriş yapan, İngiltere’den ithal ‘in your face’ (Suratına tiyatro) akımı o vakitlerde yetişti imdada. Takip eden yıllarda olanlarsa, tiyatroyu gerçekten sevenlerin içini ferahlatacak kadar dağıttı, manzaradaki pusu. Beyoğlu ve Kadıköy hattında birbiri ardına yeni mekânlar açıldı, açılıyor. Daha güzeli bu adreslerin büyük kısmı 20’li yaşlarını süren genç tiyatrocuların gözüpek girişimlerinin ürünü… Daha da güzeli var. İki yıldır, oralardan yükselen sesler sadece yabancı yazarların ‘in your face’lerine değil, yazma konusunda da ürkek davranmayan tiyatroculardan çıkan, bizden meseleleri işaret ediyor. ‘Kan, şiddet, gözyaşı ve küfürde’ sınır tanımayan, kelimenin gerçek anlamıyla seyircinin ‘suratına’ oynanan bu oyunlarda artık sadece İngiliz gençlerinin dertlerini değil, buralardan yalnızlık, şiddet, savaş, aile öyküleri de izliyoruz.
Başrolde aile var
Geçtiğimiz hafta prömiyer yapan ‘Aşk Şarkısı’ gelinen noktayı kendi başına özetleyen bir örnek. Oyun 26 yaşındaki Cihan Sağlam’ın kaleminden. Beykent Üniversitesi Tiyatro Bölümü mezunu olan Sağlam, Asmalımescit’te küçük bir daireyi tiyatroya dönüştürmüş. Yemenici Abdüllatif Sokak’taki ‘The Club’, Sağlam’ın yazdığı dört oyuna sahne oluyor. Genç yazar-yönetmen var olan metinleri çevirmektense ‘bize ait’ bir şeyler anlatma gereği duymuş. ‘Aşk Şarkısı’ da diğer metinleri ‘Neverland’, ‘Retro’ ve ‘Stockholm’ gibi bu niyetle oluşmuş.
Geçen yıl sezonu yine ‘in your face’ tanımına girebilecek bir yerli oyun olan ‘Limonata’ ile kapatmış biri olarak, bu yıl açılışı ‘Aşk Şarkısı’ ile yapmak anlamlı oldu. ‘Aile’yi didikleyen ‘Limonata’dan sonra, ‘Aşk Şarkısı’ da merkezine ‘aileyi’ alıyor.
Figüranlık ve televizyon karşısında bira içmekten kalan zamanlarında iki oğluna küfürler savuran bir babayla erkenden ölen çilekeş bir annenin oğluyla giriyoruz hikâyeye. Bu genç adamın kendinden büyük bir eski Yeşilçam oyuncusuna abayı neden yaktığını ilk 15 dakikada anlamlandıramasak da yanıtı ‘anne eksikliği’ duygusunda buluyoruz.
Mühendislik okumuş ama müzik grubuyla ‘yırtmayı’ hayal eden, onca şiddete karşın ‘Ne de olsa babamızdır’ hissiyatındaki yumuşak huylu ağabey; onun Bosna’dan kaçmış, ‘dilsiz’ sevgilisi; kariyerinin son yıllarında ekmek parasını erotik filmlerden çıkarmış, kızı tarafından terk edilmiş orta yaşlı yalnız kadın ve umutsuz bir baba… Sağlam; genç adamın ne yapacağını bilememe halini bu karakterler arasında dönen, detayı bol bir öyküyle anlatıyor. Arada, bir ‘Her şey çok güzel olacak’ havası esiyor sahnede, aralarındaki buzları, ‘dolapta bekleyen vanilyalı dondurmanın’ eritmesini umarak…
Âşık genç Cavit Çetin Güner tüm oyunu tek başına sürükleyecek enerjide. Lakin genç adamın sevdalandığı eski Yeşilçam artisti rolündeki Serap Oral’la oyunculuk tarzları, ilk sahneden itibaren uyumsuz geliyor göze. Oral’ın, Güner’e ve diğer oyunculara kıyasla ağır akan, dramatik oyunculuğu bilinçli bir tercih değilse, yumuşatılmaya ihtiyaç duyuyor. Alanın darlığı uzun sigara ve itiş kakış sahneleri için handikap olsa da seyri asıl ağırlaştıran, 1 saat 45 dakikalık süre. ‘In your face’in olmazsa olmazı sert küfürlerse, gereğinden fazla savruluyor havaya. Baba daha az küfretse de biz seyirci olarak o gaddarlığı ve çaresizliği ziyadesiyle algılayacakmışız gibi…
Tüm bunların ötesinde oyun başka bir his uyandırıyor: Seyirciler için ‘Her şey kesinlikle daha güzel olacak.’ Belli ki aile, askerlik gibi dikenli konulara bundan sonra daha da çok korkusuz genç el uzanacak; “Yer yok, metin yok” söylenmelerinin de yavaş yavaş sonu gelecek.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Aile bazen acıtır, ama ferahlatır da...



0.2'den Limonata 



Ev yapımı limonata ferahlatır, son yudumda da kekremsi bir tat bırakır. Tıpkı içine doğduğumuz, bizi seven, çokça da üzen ailelerimiz gibi. Tıpkı Tiyatro 0.2'nin son oyununun hissettirdikleri gibi. Üç ayda bir yepyeni bir oyunla karşımıza çıkan 0.2 ekibi sezonu, tiyatronun kurucularından Sami Berat Marçalı'nın kaleminden çıkan 'Limonata' ile kapatıyor. Yerli metinlerin azlığından dem vurulduğu bir ortamda, 23 yaşındaki Marçalı'nın 'Limonata'sı, umutlanmamız adına sağlam bir gerekçe.

Mevzumuz her daim kutsal ve dokunulmaz olan, illa ki tek tip olması beklenen aile. Devlet büyükleri her birimizi bir 'genel ahlak' tornasına sokmaya çalışadursun, başka türlü aileler, her bir ailede de türlü türlü acılar, acımasızlıklar vardır. 'Limonata' bizi bu 'idealden uzak' ailelerden biriyle buluşturuyor. Ailenin kızı 'Müge' (Banu Çiçek Barutçugil) biraz tutuk, biraz içine kapanık, sırtına haddinden fazla yük almış bir genç kadın. İlk sahnede bir televizyon programında 'çok satan' romanı üzerine konuşuyor. Daha doğrusu 'reyting canavarı' sunucu konuşuyor, o onaylıyor. Evde aklı bir gidip bir gelen anneyle (Deniz Türkali) tanışıyoruz. Baba, karısını ve üç çocuğunu terk edip gitmiş. Birazdan tekerlekli sandalyesiyle sahneye gelecek olan Ege (Tevfik Şahin), bacaklarını Güneydoğu'daki savaşta bırakmış, neşeli bir genç olan erkek arkadaşıyla (Barış Gönenen) yaşıyor. Derken bir kaç yıl önce Paris'e gitmek üzere terk ettiği ailesine dönüyor evin 'üç numarası'. Herşeyi bıraktığı gibi bulacağını sanarak... Kocasının ve küçük oğlunun gitmesinin üstüne büyük oğlunun da sakat kalmasına dayanamayarak, kafasında dondurduğu bir zaman diliminde yaşayan bir anne, inanmadığı bir savaşta bacaklarını kaybettikten sonra erkek arkadaşının vicdani retçi olmasını arzulayan bir adam, sorumluluklar altında sertleşen bir abla... Eski mutlu günler, fotoğraflar, çocukluk şakaları, anne yapımı limonata, kızgınlıklar, korkular, aile içi yabancılaşma, vicdani ret, eşcinsellik, bitmeyen bir savaş... İlk yarı boyunca bir dolu mesele tek bir oyuna sıkıştırılmış gibi görünse de sonlara doğru durum toparlanıyor. Ailenin bazen nasıl da fena halde acıtan ama bazen de ferahlatan, limonata gibi bir 'şey' olduğunu anımsatıyor; oyun. Noktayı da umutlu bir finalle koyuyor. 

Yönetmenliğini genç tiyatrocu Murat Mahmutyazıcıoğlu'nun üstlendiği oyunda Deniz Türkali başta olmak üzere ekibin tamamı metnin kendilerinden beklediğini son derece başarılı bir şekilde veriyor.
İlk yarıdaki kopukluk duygusunu ve bazı ikili sahnelerdeki gereğinden fazla yüksek olan tartışma tonunu yazarın ilk oyununa nazar boncuğu olarak takıp, izlemek lazım 'Limonata'yı. Başta aile gibi 'dokunulmaz' bir konuya el attığı, en çok da 'yeni bir şeyler söylediği' için.  


18 Mayıs 2011 Çarşamba

İnsanlığın ‘tilt’ olduğu an…






Bağımsız yazar ve oyuncuların işbirliğinin ürünü olan Volt Tiyatro’su, ‘Tilt’ ile seyirciyi, sıradan insanın hayatına sızmış, gücünü kapitalist düzenden alan şiddetle yüzleştiriyor
 



“Pinball oyununu oynarken öyle bir an vardır ki topa müdahale edemezsiniz, top iki kolun tam ortasından süzülerek iner. Makineyi sallamanızın, taktiklerinizin ve tecrübenizin anlamını yitirdiği ve oyunu kaybettiğiniz an. Hikâyelerin hepsi bu ‘tilt’ olma anıyla sonlanıyor diyebiliriz.” Yazarı Ebru Nihan Celkan, Aslıhan Erguvan yönetmenliğinde, Volt Tiyatrosu tarafından sahnelenen ‘Tilt’in isim öyküsünü bu sözcüklerle anlatıyor.
Birbirinden bağımsız beş küçük öykü anlatıyor Celkan, ‘Tilt’te. İşinde gücünde, ‘normal’ bir hayatı olan seyirciye hem çok uzak, hem de kıyısından geçme ihtimalinin hiç de düşük olmadığı öyküler. İntihar etmek üzere olan iyi giyimli, birçoklarının hayalini kurduğu konforlu bir hayat süren genç adamın (Levent Can) kendini sorguladığı monologu izliyoruz ilkin. İkinci öyküde spiker (Beyza Hüseyinoğlu) sürekli sunduğu savaş haberlerinden birine bizzat şahit olduktan sonra yaşadığı ikilemle karşılaşıyor, medyanın ‘acımasız’ yüzünü temsil eden yönetmeniyle (Ömer Akgüllü) yaşadığı tartışmaya tanıklık ediyoruz. Üçüncü öyküde biri Arap (Cem Bayurgil), diğeri Amerikalı (Sezgi Mengi) iki çocuğun online olarak Playstation’da savaş oyunu oynayışlarına dahil oluyoruz. Saplantılı bir şekilde ‘joysticklere’ asılan çocukların en büyük zevki sanal da olsa öldürmek. Dördüncü bölümde İkinci Dünya savaşı sırasında annesinin yanlış ilaç kullanımı nedeniyle kolsuz kalan genç kız (Mine Tugay) ve sevgilisi (Murat Garibağaoğlu) arasındaki ürkütücü tartışma çıkıyor karşımıza. Genç kız, kendisi de toplum normlarında göre pek ‘normal’ kabul edilmeyecek sevgilisini, kendisini öldürmesi için ikna etmeye çalışıyor. Son bölümde soğukkanlı ve duygusuz devlet memuruyla (Murat Mahmutyazıcıoğlu) acılı ve şaşkın bir anne (Şerif Sezer) oturuyor bir masanın iki ucunda. İntihar bombacısı olarak can vermiş kızının cesedini (aslında parçalarını) almaya gelmiş annenin çaresizce, kızının da ‘normal’ biri olduğunu ispatlama çabası var sahnede.

‘Durdur şu playstation’ı, sokağa çık!’

Kulağa son derece ilgisiz ve bağlantısız gibi gelse de hikâyeler ‘in your face’ (Suratına tiyatro) türünde sıkça karşılaştığımız bir şey yapıp, vahşi kapitalist düzenin sıradan insana ettiklerini, sistem tarafından sarmalanan her bireyin – kendisi farkında olmasa da – nasıl zavallı hallere düştüğünün örneklerini sunuyor.
Yazar Celkan, ‘suratına’ türünü sadece içerik olarak değil biçim olarak da çok önemsediğini anlatıyor: “Hiyerarşiyi ortadan kaldırıp seyirciyle oyuncuyu karşı karşıya getiriyor, seyirci kendisini gördüklerinden ayıramıyor. Ve bu durum pek çok seyircide olan bitene müdahale etme isteği uyandırıyor. ‘Durdur şu playstation’ı ve sokağa çık, hayata karış’ dedirtiyor. İnsanların ‘Bu konu beni ilgilendirmez’ şeklindeki duruşlarını bu yöntemle zorlamak istiyorum. Seyircilerin tiyatrodan ayrılırken, girdikleri insandan farklı biri olarak salonu terk etmelerini düşlüyorum.”

Yönetmen Erguvan ise “Mesafeyi kaldırmayı seyirciyi de oyuna dâhil etmeyi, aslında
sınırların nerede başlayıp nerede bitmediğini bilmek hoşuma gidiyor. Yani oyunun tam da
içinde olmak... Savaşın, aşırı tüketimin, güç dengelerindeki sürekli değişimin ortasındayız.
Varlığımıza bu kadar anlam yüklemek saçma. Vahşiyiz, parçalıyoruz, yiyoruz. Daha çok, hep daha çok, sistemler kuruyoruz, bu sistemlerde çürüyoruz. Rahatsızım. Bir de üstüne teknolojiyle beraber vahşiliğimizi güncelleyip geliştiriyoruz. Sistem bir gün kendi kendini çökertecek. Bu oyunda hoşlanmadığım ama dile getirmek istediğim birçok şey var. Ben de dahil bazılarımıza bu vahşilik fiziki olarak dokunmasa da, bu umutsuzluk içten içe bizi yiyip bitiyor. Bu umutsuzluk, bu çıkışsızlık ortasında, görünmeyen bütün sınırların birden ortadan kalkması ve o vahşiliğin içine birebir dahil olma ihtimali, bu metni seçme nedenim oldu” diye anlatıyor, ‘Tilt’i yaratma sürecindeki ‘derdini’.

‘Şiddetin sıradanlaşması’ bile bizatihi bir klişe oldu çıktı artık evet. Yine de olan biteni yakın mesafede görmek, zihin açıcı olabilir. “İnsanlar filmlerde izledikleri ölüm ve şiddet sahnelerinden daha çok etkilenir oldu, gerçek insan hikâyeleri anlamını kaybetti. Bu korkunç değil mi? Şiddetin ve ölümlerin kabul edilebilir ve sıradan olması beni ürkütüyor. ‘Tilt’ bu korkunun yazdırdığı bir oyun” diyor, oyunu kaleme alan genç yazar Ebru Nihan Celkan. Haksız olduğunu kim iddia edebilir?


18 Nisan 2011 Pazartesi

Mideniz kasılacak, yine de izleyin!

Sıkı bir kapitalizm eleştirisi izlemeye var mısınız? Şiddetinden, sözünden, kanından, kusmuğundan sakınmayan cinsten. ‘Kebap’ sersemletecek, çarpacak sizi, midenizde kasıntılarla çıkacaksınız salondan muhtemelen… 

Memleketleri Romanya’daki sefaletten kaçıp refah içinde bir hayat kurma umuduyla İrlanda’ya göç eden üç genç; Madalina, Voicu ve Bogdan aracılığıyla gelen bu şahane kapitalizm eleştirisi vuruculuğunu iki yerden alıyor: Birincisi Romanya’dan son yıllarda çıkan en kışkırtıcı ve gerçekçi tiyatro metinlerini yaratan Gianina Carbunariu’nun imzasını taşımasından. Oyunlarında günümüz Doğu Avrupalı gencinin, sosyalizmin çöküşünün ardından hem ülkelerinde yaşadığı boşluk duygusunu, hem de batıda yaşadıkları fiziksel ve duygusal ezilmeyi seyirciye de, oyunculara da acımadan anlatıyor, Carbinariu.   

‘Kebap’ın sert ve net metnini, Zişan Uğurlu’nun ‘Actors Without Borders’ - ITONY (International Theater of New York) tiyatro topluluğunun İstanbul ayağı olarak bir araya getirdiği genç oyuncu ekibi ve sade ama yaratıcı rejisi destekliyor. Duvar dibinde sıralanmış sandalyelerde bekleyen, siyahlar içindeki erkekler ve ufak tefek bir kadın görüyoruz ilkin. Oyun boyu farklı mekânları temsil edecek sandalyeler, ilk sahnede uçak koltuğu olarak karşımızda. Yerinde duramayan genç kız (Gülce Oral), ‘cool takılan’, görsel sanatlar eğitimi almak üzere İrlanda’ya seyahat eden, kendisi gibi Romen olan Bogdan’a (Görkem Kasal) hayallerini anlatıyor: Kendisine aşık, çevresi çok geniş erkek arkadaşı Voicu (Arda Çetinkaya) onu bekliyor, Dublin’de. Şahane bir işi olacak, tabii ki de asla dönmeyecek! Bu konuda hem fikirler, Romanya’ya dönmek söz konusu değil. Sonraki sahnelerde genç kızı bekleyen şiddet ve cinsel sömürü dolu hayatın, sevgilisiyle ilişkisinin ve hemşerisiyle yollarının nasıl kesişeceğinin, üçlünün Dublin’deki hayatının detaylarına girmeyelim…  

Voicu’nun bir el şıklatmasıyla oyuna dahil olan diğerleri, ‘erkekler dünyası’. Maddy’yi seksi Doğu Avrupalı ‘fıstıklardan’ biri olarak görüp arzulayan, döven, kıza tecavüz eden ‘batılı erkek dünyasını’ temsil ediyorlar. Ama Maddy’nin, hayatını özetlerken yaptığı bir tek kişilik şovu var ki, “Erkekler güruhu olmasaymış da genç kadının maruz kaldıklarını rahatlıkla sindirebilirmişiz” dedirtiyor. Gülce Oral, oyun boyu şekilden şekle giriyor. Çoğu kez yarı çıplak haldeki vücudu sürekli hırpalanırken, Oral ses ve beden kontrolünü kaybetmeden, izleyiciyi hayrete sokan bir performans sergiliyor.  
Öykü; porno ve fantezi dünyasına hapsolan, reşit bile olmayan bir göçmen kadına odaklanmış olsa da sonlara doğru iki erkek göçmenin çıkışsız hallerine de yakınlaşıyor. Feminist bir tercih olduğu açık, yine de Voici ile Bogdan’ın ‘anne yemeği hasreti’ ve ‘yalnızlık’ dertlerine sokulmuşken, aynı kapitalizmin erkekleri de ne beter hallere soktuğu biraz daha deşilseymiş diye geçiriyor insan içinden.
Velhasıl, seyri ve hazmı zor olacak ama izleyin. Bir de tüyo; bu oyunda kimse selama çıkmıyor. Çünkü anlattıklarında alkış bekleyen bir durum yok…

18 Mart 2011 Cuma

İyi ki mühendislik yapmıyorlar!

2007’de dört mühendis adayı kurdu. 
Bugün çekirdek 
kadrosunu iki 
mühendis-tiyatrocunun
oluşturduğu Tiyatro 0.2, 
üç ayda bir yeni ve çarpıcı 
bir başka oyunla karşımıza çıkıyor. 

Tanışmanın vaktidir…







Beyoğlu’nun görmüş geçirmiş apartmanlarından birinin ikinci katında taptaze sesler yükselmekte bir vakittir. ‘İkinci Kat’ namlı mekân, bir tiyatro alanı. ‘Sahnesi’ demiyorum, burada sahneye ‘çıkılmıyor’ zira. Son yıllarda oyun takipçilerinin tanıdık olduğu usulde, küçük bir mekânda seyirci ve oyuncu karşı karşıya kuruluyor. 
İkinci Kat’ta ikamet eden ekip, 2007’de kurulmuş, son bir yıldır da arka arkaya dizdikleri oyunlarla burayı izleyici için sürekli bir uğrak noktası haline getirmeyi başaran bir grup:  Tiyatro 0.2. 

İsimlerini dahası methini duydunuz çoktan muhtemelen. ‘Açık Saçık Birkaç Polaroid’, ‘Korku Tüneli’, ‘17.31’ adlı oyunları tiyatro meraklıları arasında kulaktan kulağa yayılırken, boş durmayıp iki yeni oyun daha hazırladılar: ‘Bazı Sesler’ ve ‘Kainatın En Hızlı Saati.’ ‘17.31’le başlattıkları 2010-2011 sezonu bitmeden, dördüncü yeniyi, ‘Limonata’yı sahnelemeye hazırlanıyorlar şimdilerde. Fena halde üretken, genç, yaratıcı, maharetli bir ekip bahsettiğimiz... Durumu netleştirmek için, başa saralım…

‘Seyirci kendi dünyasını buluyor’

Tiyatro 0.2, 2007’de dört mühendis adayının (elbette ki teknik hesaplar yapmak yerine oyunlar oynamayı tercih eden) çabalarıyla kurulur. Tiyatroyla Yıldız Teknik Üniversitesi’nde okurken tanışan ekibin ‘0.2’ olarak çıkardıkları ilk oyun Sam Shepard’ın ‘Vahşi Batı’sı. Cümleleri yüzde hesaplarıyla tamamlamaya alışkın ‘mühendis kafaların’ “Abi, tiyatro yapma ihtimalimiz olsa olsa yüzde 0.2” yollu sohbetlerinin ürünü, grubun adı. Ekip değişiyor bir süre sonra. Kuruculardan Eyüp Emre Uçaray ile 2009’da katılan Sami Berat Marçalı şu anda çekirdek kadro. Kadroya ihtiyaca göre farklı oyuncular dâhil olabiliyor. ‘Mühendis tiyatrocular’ olarak bilinseler de oyuncular arasında eğitimleri tamamen tiyatro üzerine olan bir dolu isim de var. Barçalı yine bir yüzde hesabıyla açıklıyor: “Kadronun yüzde 80’i konservatuar ya da tiyatro okullarından. Yüzde 20’si ya hâlâ eğitim alıyor, ya da alaylı…”

Grup, seyircinin kendini derhal aşina hissedeceği meseleleri deşiyor. ‘Bazı Sesler’ İngilizlerin şu ara pek revaçta olan genç oyun yazarlarından birinin, Joe Penhall’ın kaleminden çıkma. Sistemin dışında kalmayı tercih etmiş, gencecik, sıkı zihinsel sorunlar yaşayan, çoklukla aklını değil, kalbinden geçenleri dinlemeyi şiar edinmiş, sevimli ama arıza karakter Ray var elimizde. Bir de sistemin göbeğinde, konumunu sağlamlaştırmış, ‘sorumlu’, ‘uslu’ ve bir o kadar da ‘sorunlu’ ağabey Pete. İki kardeşin hayatına dahil oluveren, hayatla başa çıkma konusunda Ray’den beter durumda olan genç kadın Laura sonra. Laura’nın ‘belalısı’, sokakların adamı Dave. Ve Ray’in dünyanın kurallarını kabullenme konusundan kendinden beter durumdaki hastane arkadaşı…

17 bölümden oluşan oyunu çok sade bir o kadar da işlevsel bir sahneleme ve hareketli bir rejiyle, seyirciye neredeyse sıfır mesafeyle sahneliyorlar. Yönetmenliği üstlenen Sami Berat Barçalı’ya bağlanalım: “Herkes kendi hayatında Pete gibi olduğunu hissediyor ama içlerinden Ray gibi yaşamak geliyor. Zaman zaman Dave’leşiyorlar, şiddet uyguluyorlar. Laura gibi bir kıza aşık olmak istiyorlar. Ama sonunda buldukları kendi dünyaları oluyor. Seyirciye çok sıcak geliyor oyun. Sahnelemesi de biraz sinematik olduğu, çok yakın oynandığı için insanlar hissederek izliyor.” Başta Ushan Çakır (Ray), Ünal Yeter (Pete), Gülce Oral (Laura), Deniz Karaoğlu (Dave) ve Tarkan Çeper’in (Ray’in arkadaşı) performanslarının, şiddet sahneleri dahil olmak üzere oyunun her anında eksiksiz akıp gitmekte olduğunu da ekleyelim.

Sıradaki oyun, ‘aile’ üzerine

0.2’nin son numarası ‘Kainatın En Hızlı Saati’ yine çağın arazlarından birine dokunuyor. Metin, İngiliz yazar Philip Ridley’e ait. Gençliği ve çekici vücuduyla takıntılı, en büyük kabusu kırışıklıklar olan 30’unu devirmiş ama her yıl 19’uncu yaş gününü kutlayan bir erkeğin doğumgünü partisine alıyorlar bu kez seyirciyi. Cougar’ın (Korhan Soydan) ve onun tersine zamanın değerinin son derece farkında olan ‘Kaptan’la (Güçlü Yalçıner) yaşadığı evdeyiz. Tavandan sallanan kuşlar, mekânın bölünerek kullanılması, ara ara yarı karanlık sahnelerle yaratılan atmosfer, hikâyeye tam isabet ediyor. Doğumgünü partisinin tek konuğu, 14 yaşındaki Foxtrot Darling (Barış Gönenen) ile ‘davetsiz misafir’ Sherbet’ın da (Iraz Yöntem) dâhil olmasıyla, ikinci yarıda kara komediye doğru gidiyor oyun. Kahkahaları ve oyunculukları gerçekten takdir etmeyi bu bölüme saklamak lazım!  

Oyun seçimlerini; ekibin iç mimarlık üstü oyunculuk eğitimi alan, dekor tasarımlarında da becerisini gösteren oyuncusu Murat Mahmutyazıcıoğlu, “Sahnelenmemiş, çağdaş, bize de bir şey diyebilen oyunları seçmeye çalışıyoruz” diye özetliyor. Marçalı; kriterleri şöyle sıralıyor: “Oyunun hikâyesi, Türkiye’deki karşılığının ne olduğu, önceki oyunlarla bağlantısının nasıl olduğu, prodüksiyon ve cast şartları…” Sırada Marçalı’nın yazdığı ‘Limonata’ var. Yazarının tarifiyle; “Aile olabilmek üzerine. Askerlik korkuları, başarılı olmak, para kazanmak, aşık olmak üzerine bir oyun.”

Ne diyelim; yüzde 80’i ‘mektepli’, yüzde 20’si ‘alaylı’ bu kadronun tiyatro yapma, hem de iyi tiyatro yapma ihtimali, kurucularının şaka yollu tahmini yüzde 0.2’den kat be kat yüksek çıkmış. Yüzde 100 takipte olmak lazım!

Bu aşıklar vuslata eremiyor!

 Ve Diğer Şeyler'den, Yüzyılın Aşkı

Geride bıraktığımız yıllar içinde yaşamış insanların aşkı, kendi dönemlerini nasıl yaşadığını sahnede görmek... İlk anda kulağa çarpıcı geliyor, merak uyandırıcı. Ve Diğer Şeyler Topluluğu'nun yeni oyunu 'Yüzyılın Aşkı'na içimde uyanan bu merakla gittim. Hayır, tanıtımlarda öne çıkarılan 'Deniz Gezmiş'e atfedilen hayali aşk' kısmı değildi merak ettiğim. Sadece geçen yüzyılın sekiz farklı döneminden, birbirine kavuşamamış hayali aşıkların yakın tarihten kesitlerle anlatılması fikri bile baştan ilgi çekiciydi zaten. Ve fakat oyuncular Sanem Öge ve Deniz Celiloğlu 1920'lerden 2000'lere memleketin farklı dönemlerinden kadın ve erkek karakterleri ve onların aşklarından, ilişkilerinden, kimi öyküde günlük hayatlarından kesitler sunarken, kendimi "Daha kaç öykü kaldı acaba?" diye sorarken yakaladım...

Yeşim Özsoy Gülan'ın yazıp yönettiği oyun, sade ama işlevli kılınmaya çalışılmış bir dekor (çekmecelerinden aksesuarlar çıktığı için işlevsel, oyuncular sahnede yerini değiştirirken zorlandığı için hantal bir masa ve sandalyeler) ve çoğu kez erken kesilmiş hissi veren projeksiyon görüntüleri eşliğinde akıyor. Kadın ve erkek her bir bölümde Türkiye'nin farklı bir döneminden bir aşk hikâyesine götürmeye çalışıyor bizi. Cumhuriyetin gelişiyle sürülen iki Osmanlı aşık da var milenyum arifesinde bir alışveriş merkezinde karşımıza çıkan, karşılıklı kandırmalarla süren bir evliliğin tarafları da. Gelgelelim farklı öyküler arasındaki geçişsizlik, kopukluk izleyicinin tam manasıyla olan bitenin içine girememesine sebep oluyor. Bu durum da ister istemez öyküleri tek tek değerlendirme ihtiyacı yaratıyor. 
Ülkenin tarihindeki kritik, acı ve utanç dolu tarihler (1980, Deniz Gezmiş'lerin idamı, Rumlara yapılan baskılar gibi), resmi tarihle hesaplaşma yolunu açsa da başta Deniz Gezmiş'in mezarından seslendiği, hayali bir sevgilinin de onunla mezarı başında konuştuğu bölüm olmak üzere, çoğu beklenen etkiyi yaratmıyor. Aksine Deniz Gezmiş'in idam sehpasına giderken postallarını giymesinin engellenmesi gibi vurgularla klişe duygusu güçleniyor.

Oyunculuklar konusunda Sanem Öge rolünü farklılaştırma ve vücut kullanımı açısından bir adım daha öne çıkıyor. Deniz Celiloğlu ise öykülerin çoğunda, değişmeyen kısık bakışlarıyla 'aynı adamı' oynuyor gibi. Yine de ikilinin günümüz dünyasında başdöndürücü bir hız içinde aşık olan, sevişen, ayrılan, her anını görüntüleyip paylaşan gençleri canlandırdıkları sahneyi ayrı tutmak lazım. Celiloğlu burada yarattığı karakterle canlanıyor, oyun da seyircinin kahkahalarıyla... 

Yakın geçmişe 'aşk' üzerinden bakmak, anımsamak ve yüzleşmek adına iyi bir girişim 'Yüzyılın Aşkı', ama sonuç beklentiyi karşılamıyor...


‘O baba tüm dünyaya tecavüz ediyor’














DOT Tiyatro'dan, Kutlama
 
Sarıyer’deki Hacı Osman Bayırı’ndan inerken sağda kalıyor, Koleksiyon Mobilya. Bahçeye girdikten sonra şehirden uzakta olduğunuz, oyun akmaya başladıktan sonra da tıpkı oyun kişileri gibi ‘babanın’ 60’ıncı yaş günü kutlaması için malikâneye davetli olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. İlk durak, Koleksiyon binasının girişindeki fuaye alanı. Ardından bahçeye geçiliyor.
Merdivenlerde başlayan oyunu bir süre açık havada izledikten sonra oyuncuların ‘evlerine’ girmeleriyle seyirci de bahçedeki çadırda yerini alıyor.
Baba, anne, yetişkin çocuklar ve dostlarından mürekkep topluluk yemek masasını çevrelerken ilerleyen dakikalarda ortada leziz yemeklerden ve şık kıyafetlerden fazlasının olduğunu görüyoruz. Gücün ve iktidarın mutlak hâkimi babanın zulmünü, geçmişte kaldı sanılanları, sadece seyirciler değil ailenin büyük bir kısmı da ilk kez orada duyuyor. Aile sırları masaya dökülüyor ama gündemde bir kutlama vardır ve devam etmelidir... Gücü sorgulamak için suçlamalar yetmez. Hem zaten sevmeyen, çeker gider! ,
Oyunun yönetmeni, DOT Tiyatro’nun kurucusu Murat Daltaban hikâyenin çocuk tacizi boyutunda kalmaması için çok ter döktüğünü anlatıyor: “Çok önemli bir şey çocuk tacizi tabii ama bir üst hikâyede de otorite istismarı, otoriteye tapınma, iktidarın gücünü kullanma biçimi... Çözümü şarkı sözlerine yükleyerek buldum. Şarkı sözlerini Hakan’a yazdırdım. Evet, en yalın haliyle taciz korkunç bir şey... Ve var. Ama otorite istismarının çok daha farklı ve kötü bir şekilde üzerimizde olduğunu düşünüyorum. İktidarın istismar ahlakının kabul görmesi, legal hale gelmesi ürkütücü. İlle tecavüze uğramış olması gerekmiyor ama çok fazla çocuğun taciz gördüğünü düşünüyorum. Dayaktan, küfürden, cezadan söz ediyorum. Benim dayak yemediğim öğretmenim yoktur. Bunu normal bir şeymiş, eğitimin bir parçasıymış gibi sunup, kabullenmemize sebep oldular.”


‘Kutlama’, Dogma 95 akımının ilk filmi, Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in ‘Festen’inden uyarlandı. Sıkı bir burjuvazi eleştirisi olmasının yanı sıra aile kurumuna ve iktidarla kurulan ilişkiye dair sert çıkışlar yapıyor. Öykü; aile içi taciz, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi mevzularla iç içe ilerliyor. Masada sadece bir aile değil, bir ülke, belki de tüm dünya oturuyor esasında. Ailenin ırkçı oğlunu canlandıran Rıza Kocaoğlu’nun yorumunu aktaralım: O baba sadece çocuklarına değil, tüm dünyaya tecavüz ediyor! Cemil Büyükdöğerli, Rıza Kocaoğlu, Köksal Engür, Şebnem Bozoklu, Mert Öner, Pınar Töre, Su Olgaç, İpek Bilgin, Mehmet Esen, Murat Daltaban, Umut Kurt, Berfu Öngören, Enis Arıkan, İdil Arkut Malhan, Seda Yıldız, Begüm Benian, Elvin Aydoğdu, Uygur Yiğit’in yer aldığı 18 kişilik oyuncu kadrosuyla ‘Kutlama’ Koleksiyon’da izlenebilir.