23 Kasım 2011 Çarşamba

'Sinekler sevişirken' siz koltuğunuzda rahatsızca kıvranacaksınız


Mine Söğüt'ün aynı adlı öyküsünden sahneye uyarlanan 'Sinekler Sevişirken', klişelere sapmadan, seyirciyi oturduğu yerde ufacık bırakan bir ensest hikâyesi anlatıyor


Hakan Günday, son kitabı ‘Az’ın ilk sayfalarında, tavandaki ince bir çatlağı birazdan kendisine zarar verecek kara bir böcek olarak gören küçük kızı anlatır. Böcekten duyduğu korku kendisini ranzanın ikinci katından aşağıya sallamasıyla, altı yaşında karşılaşacağı ölüm anına götürür küçük kızı. Mine Söğüt’ün geçtiğimiz günlerde çıkan öykü kitabı ‘Deli Kadın Hikâyeleri’nden, ‘Sinekler Sevişirken’i okurken aklıma Günday’ın çatlağı böcek sanıp ölüveren küçük kızı gelmişti. ‘Sinekler Sevişirken’in genç kızıyla, ‘Az’ın minik kızının pek ortak noktası olmasa da yaşadıkları şiddet dolu anlar ortaklaşmıştı zihnimde.
Söğüt; yatağa mahkum ve ensest kurbanı genç kadını dört sayfalık öyküsünde bildiğimiz, sevdiğimiz ve içimizi dağlayan üslubuyla anlatıyor. Öykünün yine Mine Söğüt’ün uyarlaması ve yönetmenliğinde sahneye taşınacağını duyduğumdan beri bu zor metnin nasıl oyunlaştırılacağını merak etmekteydim. Oyuncu da iki senedir sahnelediği, bir Commedia dell’arte türü olan ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’nde kırıp geçiren Merve Engin olunca; onu ‘komik kadın’ olarak belleyen seyirci için de türler arasında keskin bir geçiş yapan Engin’in kendisi için de ekstra zorlu bir durum beliriyordu.

Seyirciye genç kızı, mâhkum olduğu yatakta tepeden izliyormuş hissi verecek şekilde sahnede dikine yerleştirilmiş yatakta ‘yatan’ Merve Engin, yarım saatlik oyun süresi boyunca aynı pozisyonda ‘sineklerle olan savaşını’ anlatıyor. Oyunun acı sürprizini bozmamak için asıl sineğin kim/ne olduğunu saklamak en iyisi. Hikâyeyi okumadan gidenler arasında da tahmin edenler çıkacaktır ama yine de oyunun sonunda öznenin kim olduğu genç kızın ağzından duyulduğu anda, yan yana dizili sandalyelerin, seyircilerin sinirden salladığı bacaklarının etkisiyle titrediğini hissedeceksiniz. Genç kız ‘tek kişilik kâbusuyla’ boğuşurken, ailenin/sistemin/koca bir dünyanın görmezden gelmesinin temsili olan, annenin yumuşak ve yatıştırıcı ama hissiz tepkileri daha da çok bozacak sinirlerinizi.

‘Sinekler Sevişirken’ konusu, dili ve oyuncunun hareket imkânını neredeyse sıfıra indirgemesi itibariyle zor bir oyun. Merve Engin, oyununu yatağa bağlı halde sürdürürken en çok yüzüne yükleniyor haliyle. Yüz mimikleri ve sesi yer yer metnin anlattıklarından kat be kat gergin bir hâl alıyor. O kadar yaralayıcı, yer yer mide bulandırıcı ki yaşamak zorunda kaldıkları bu bazı anlarda ‘histerik’ bir hâl alan oyunculuk repliklere uyumsuz kalmıyor. Ama metnin ağırlığını sindirebilmemiz için ara ara da olsa bir nebze daha sakinlik fena olmayabilir.
Öte yandan Engin yatağa sabitlenmiş vücudunu mümkün olan her şekilde oyuna sokuyor. Sadece elleri kolları ve kafası serbestken tüm gövdesiyle oynamayı başarabiliyor; nefes kontrolleriyle bir büyüyor, bir küçülüyor. Ve anlattıklarının ağırlığıyla birlikte vücudundan aldığımız mesajlar da içimize çöküyor, yutkunmaya devam ediyor, rahatsız rahatsız kıvrandığımız sandalyemize sığamaz oluyoruz. İnsan olmaktan, ensestin, tecavüzün varlığını bilip de bir şey yapmayan çaresiz halimizden utanıyoruz. Tek teselli bu kılçıklı mevzuu  bayağı ifadelere, klişelere ve kör göze parmak mesajların kıyısından geçmeden anlatan bir metinle&sahnelemeyle karşı karşıya olmak oluyor.



Oyununuzu 'normal mi' alırsınız, 'alternatif mi'?


Alternatif tiyatrolardaki ‘yaratıcılık kıvılcımının’ zorunluluktan doğduğunu söylemek ne kadar doğru olur? Peki ‘normal’ mekanlar zorluk çekmediği için mi daha az yaratıcı? 

Tekrarına denk geldim; NTV'de Yekta Kopan, tiyatrocular Nilgün Kurt, Serkan Keskin ve Yeşim Özsoy Gülan ile alternatif tiyatro mekânlarını konuşuyordu. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin'den de görüş alınmış. Bilgin, alternatif mekânların çoğalmasından duyduğu memnuniyete geçmeden, “Keşke alternatif mekânlara gelene kadar normal tiyatro mekânları da yeterli olsaydı” dedi. 'Normal' ile kast ettiği klasik tiyatro salonlarında çalışabilen, ödenekli ve özel tiyatrolar olsa gerek. Ardından, zaten ‘alternatif tiyatroların' da biraz da bu yetersizlikten yola çıkarak hayat bulduğunu, buralardan ‘yaratıcı kıvılcımlar’ çıkmasının kaynaklarından birinin de ‘zorunluluk’ olduğundan bahsetti. Bilgin son derece iyi bir niyetle aktarıyordu gözlemlerini şüphesiz. Gelgelelim aklıma şöyle şeyler takıldı:

'Normal' tiyatrolar pek zorlukla karşılaşmadıkları; mekân, dekor, telif vs sıkıntısı çekmedikleri, kemikleşmiş bir oyuncu kitlesine de sahip oldukları için 'yaratıcılıktan' uzak düşmüş olabilirler mi? Diğer yandan alternatif tiyatrolardaki ‘yaratıcılık kıvılcımının’ zorunluluktan doğduğunu söylemek ne kadar doğru olur? Kanımca ortada bir zorunluluk varsa bile bu Bilgin'in bahsettiği maddi imkânsızlıklardan, mekansızlık sorunlarından daha derin bir dertten kaynaklanmakta. Genç kuşağın 'başka türlü' bir tiyatro yapmak, çağına dair meseleleri sahneye taşımak istemesi; asıl zorunluluk. ‘Büyük büyük’ oynamaktan, klasik metinleri, klasik yorumlar ve rejilerle sahnelemekten kaçınmak istemeleri, kafaya asıl taktıkları. Neredeyse her ay yeni bir grubun doğmasının sebeplerinden biri de bu zorunluluk. Geri kalan her şey içinse 'tercih' kelimesini kullanmak daha isabetli olacaktır.

                                                            ****

Geri kalanlar: Alternatif olarak adlandırdığımız grupların dar mekânlarda, maksimum 50 kişiye oynaması. Her seferinde farklı biçimler denemeleri. Farklı ülkelerde örneklerini gördükleri sahneleme yollarına sapmaları. Çağdaş yazarların metinlerini çevirmeleri. Dekor ve kostümde, seslendirmede yeni denemeler yapmaları... Hepsi kendi yollarını bulma girişimlerinin sonucu. Tercihleri böyle olduğu için de ortaya çıkan pahalı ve hantal prodüksiyonlar değil, yeni ve yaratıcı işler oluyor. Sonuç eksik/fazla olabilir ama yaratıcı ve üretken oldukları kesin. Seyirci tarafının da hakkını yememek gerek: Gittiğim hemen her oyun, mekânı tıka basa dolduran bir gruba oynanıyor. Bunda ekiplerin çabalarının etkisi büyük ama seyircinin de üzerinde daha çok düşünülmüş işler görmek, kendi hayatlarına da dokunan öyküler duymak istediği aşikar. Çekinmeden takipte olmak lazım, elini korkak alıştırmayan grupları. Daha iyiye yol almaları için de üzerine tartışmak, yazmak... Darısı 'normal' mekânlara sahip tiyatroların da başına olsun.


Adem'le Havva hiç bu kadar suskun olmadı 


Kurulduğundan beri 'feminist tiyatro' yapan Tiyatro Boyalıkuş, yeni oyunlarında yukarıdaki mevzua örnek olabilecek bir yola sapıyor: ‘İç Ses’, alışık olduğumuz formların dışında bir oyun. Jale Karabekir’in yönetip yazdığı oyun, bir tür Adem ve Havva hikâyesi. Yaptığıysa salt bir kadın-erkek öyküsü anlatmak değil. Oyuncuların seslerinden vazgeçilmiş, kadın ve erkek oyuncuya birer iç ses verilmiş. Karşılığında bedenlerini mümkün olduğunca verimli kullanmaları beklenmiş. Şengül Özdemir ve Gökmen Kasabalı, birbirini çok sevmiş ama kendilerinin bile unuttuğu bir sebepten küsüp, susmayı seçmiş olan, kadınla erkeği sessizce canlandırıyor. İçlerinden geçirdikleri her şeyi, seslendirme yapan oyuncuların mekâna yayılan sözlerinden takip ediyoruz.
Broşürlerine de not ettikleri gibi hem kendileri hem de seyirci tarafında ezber bozdukları doğru. Metnin zamansal olarak düz bir akış izlememesi, hiç bir şeye fazla anlam yüklemeyip çoğu şeyi seyirciye bırakması, üçüncü iç sesin yazara ait olması ve yazarın tereddütlerinin de verilmesi tatlı buluşlar. Lakin Boyalıkuş'tan beklemediğim naiflikte bir oyun izlediğim kanısındayım. Rejideki denemelere ve oyuncuların beden kullanımı becerilerine diyecek yok ama 'feminist tiyatro' yapan gruptan, 'kadın-erkek' ilişkilerine dair daha net bir söylem bekliyordum. Kadın-erkek iletişimsizliğini anlatma noktasında değil ama tanıtım yazısında geçen 'binlerce yıldır süren erkek egemen sistemin' anlatılması konusunda beklediğimi bulamadım. Gerçi ekip de ‘anlamlandırmayı ve nasıl bir bakış açısıyla izleyeceğini’ seyirciye bıraktığını söylüyor. Tarafım ve bakış açım belli olduğu halde ekipten alışık olduğum feminist dramaturgiyi yakalayamayınca, farklı rejinin tadını çıkarmayı tercih ettim. Kendi açınızı bulmak size kalmış...

9 Kasım 2011 Çarşamba

Oyunlara biraz kadın bakış açısı lütfen!







Neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor; tecavüze, tacize uğruyor. Gazeteler ‘güzel kadın’ görseline
doymuyor. Uzun bacaklar, diri memeler ve şehvetli pozların; ‘daralan’ ruhları ferahlatması umuluyor. Kadın cinsi halihazırda durmaksızın aşağılanmakta, şiddete maruz kalmaktayken; dünyanın ne kadar berbat bir yer olduğunu göstermeyi dert eden tiyatro oyunlarında da bu tavır tekrarlanmak zorunda mı? Yazarların, yönetmenlerin, dramaturgların bir metne ‘feminist dramaturgiyle’ olmasa bile en azından ‘kadın bakış açısını’ göz önüne alarak bakmaları çok mu zor? Yoksa kendi hayatlarında da böyle bir dertleri olmadığı için, farkına varmadan mı sahnede de bu tarz bir yok saymaya gidiyorlar? 


Tiyatro Yanetki, İrlandalı çağdaş oyun yazarı Martin McDonagh’ın Galway üçlemesinden ‘Yalnız Batı’yı sahneliyor. İrlanda’da küçük bir kasabada yaşayan iki yetişkin erkek kardeş, bir rahip ve kasabanın güzel kızı Girleen’den oluşan kadro; kasabanın depresif havasının bir kesitini sunuyor. İntiharların, cinayetin ve her türlü intikamın doğal karşılandığı kasabada bir grup insan çamurda debelenircesine, birbirlerine karşı en ufak bir sevgi ya da empati kırıntısı beslemeden yaşamakta. Vicdanı temsil etme görevi; ‘kötülükleri’ engelleyemediği için ‘inanç krizleri’ yaşayan, vicdan azabı ve alkol düşkünlüğü arasında debelenen rahip Welsh’te. 
Coleman ve Valane; birbirinden kaba, umarsız iki yetişkin erkek kardeş. Babalarını kaza sonucu kaybettikten sonraki mezarlık sahnesiyle başlıyor oyun. Esasında babayı Coleman bilerek öldürmüştür. Tüm kasaba, gerçeği ‘kaza oldu’ yalanıyla değiştirmektedir. Zira burada böyle şeyler pek umursanmaz... Düzeni değiştirmeye tek niyetli olan rahiptir, o da hayli beceriksizdir. Bir paket cips ya da iki yudum viski için bile birbirlerinin boğazına sarılmaya hazır iki kardeşin bağlanması için tek çırpınanan da odur. Lakin suçluluk hissinden kurtulamaz. Girleen ise acımasız ve son derece cinsiyetçi bu erkek dünyasındaki tek kadın. Ancak belli ki kadın karakterin de oyunun genelindeki cinsiyetçi havayı dağıtması ihtimali söz konusu edilmemiş. 


McDonagh’ın kaba komedi - kara mizah eseri metni evet, türün doğasının da gereği olarak bolca küfür
içeriyor. Yanetki’nin sahnelemesindeki sorunsa sahnede kurulamayan denge. Zira bu tür metinler bıçak sırtı bir noktada duruyor. Metni sahneye; bir tür oyunculuk ya da sahne şehvetine kapılıp taşıyınca, yazarın bahsettiği feci dünyaya belli bir mesafeden bakmaktansa o çamurun içinde karakterlerle debelenmeye başlıyorsunuz. Oyunun tek kadın karakteri tüm kasabanın kendisini nasıl da ‘becermek’ istediğini anlatırken misal, sahneleme tercihinden ötürü, farkında olmadan cinsini aşağılayan bir beden dili sergileyebiliyor. Kardeşler metindeki küfürleri, kendilerinden geçip fazla fazla kullanabiliyor. Seyirci de her küfürle otomatik kahkahalara boğulabiliyor. Kabul, bir kara komedi metninden bahsediyoruz. Ama sahnede koca bir erkek dünyası kurup, kadın karaktere de bulunduğu duruma belli bir mesafeden bakma fırsatı sağlanmıyorsa, en azından kadın seyirci açısından rahatsız edici bir durum var demektir.  
Oyunu 20’li yaşlarında bir seyirci grubuyla izledim. Hissettiğim rahatsızlığın daha ağırı; genç kadın seyircilerin de kendi cinslerini aşağılayan lafları ve sahnelemeyi kahkahalarla karşılaması oldu. Buradan bakarsak, “Seyirci oyuna bayıldı” denebilir ama tam da bu durum, bizi oyunun temel derdinden uzağa savuruyor. Bu kaba komedi metni bize nasıl da acımasız bir çağda yaşadığımızı anlatmak istemiyor muydu? Çok eğlendik ama neden bu kadar ‘yalnız ruhlar’ olduğumuzu sorgulayabildik mi? 


Sorun tek başına oyunculuklarda değil; tercih edilen oyunculuk tarzında. Murat Mahmutyazıcıoğlu, rahip
rolünde vicdanı tam tamına temsil eden bir oyunculuk sergiliyor. Coleman’da Deniz Karaoğlu, Valane’de Faruk Barman enerji saçıyor. Problem şu ki ikili fena halde ‘seyirciye oynuyor’. Doğal bir oyunculukla atışmaları, birbirlerinin boğazlarına sarılacak hale gelmeleri ve durmaksızın savurdukları küfürler güldürdükçe de enerjileri yükselişe geçiyor. 
Ama o doğal oyunculuk hali, televizyon skeci komikliğiyle baş başa bırakıyor izleyiciyi. Kuşkusuz bu da
bilinçli bir tercih, genç izleyiciyi eğlendirmek için de pratik bir yol. Ama tiyatro oyunu dediğimiz şeyin
çarpıcılığını eksiltiyor, McDonagh’ın sunduğu gri dünyayı anlamamızı zorlaştırıyor. Komedi bulutu içinde kaybolup eğlenceli vakit geçirmiş olmakla kalıyoruz. Ahlakın, sevginin, bireyin yok oluşunu, ‘yalnız ruhları’ gerçekten anlamamız için rejinin de oyunculukların da belli bir mesafeden kurulmasına ihtiyacımız var. Ve biraz kadın bakış açısına... 


Yalnız Batı 
Yazan: Martin McDonagh 
Yönetmen: Serkan Üstüner 
Çeviri ve Dramaturgi: Elif Baş
Oyuncular: Deniz Karaoğlu, Faruk Barman, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Damla Sönmez