6 Şubat 2012 Pazartesi

Tek başıma hepimize yeterim albayım!

Seyyar Sahne'nin 'Tehlikeli Oyunlar'ında Erdem Şenocak 130 dakika boyunca el, ayak ve parmaklarını, omzunu, salıncakları kullanarak tüm romanı tek başına oynuyor


Bir edebiyat eserini sahneye uyarlama kararı baştan zoru seçmek demektir. Seçtiğiniz metin Oğuz Atay gibi, sadık bir okur kitlesine sahip bir yazara aitse iyice hassas bir yola sapılmıştır. Seyyar Sahne 2009’dan beri, Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ın gölgesinde kaldığı düşünülse de gerek yazım tekniği gerek başkarakteri Hikmet Benol’un zihni aracılığıyla anlattıklarıyla, benzersiz bir yere sahip olan romanı ‘Tehlikeli Oyunlar’ı itiraz edilmesi güç bir yorumla sahneye taşıyor. 
470 sayfalık, Oğuz Atay imzalı bir romanın, ruhunun incitilmeden oyunlaştırılması büyük yük. Seyyar Sahne yükü ağırlaştırıp, Hikmet Benol’un dünyasını tek bir oyuncuya, Erdem Şenocak’a emanet ediyor. Ve 130 dakikalık, belki de bu kadar uzun sürüp de seyirciyi hiç yormayan nadir oyunlardan biri olacak ‘Tehlikeli
Oyunlar’ başlıyor… 
Oğuz Atay, ‘Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet Benol’un varoluş mücadelesi aracılığıyla tarihle, ‘kahramanlarla’,
millilik şuuruyla, memleket ahvaliyle, kadın-erkek ilişkileriyle ince ince alay eder. Okuyucunun satır aralarına da bolca tebessüm eşlik eder. Erdem Şenocak’ın izleyicinin başını döndüren bir performans
sergilediği Seyyar Sahne yorumunda, tebessümlerin yerini kahkahalar alıyor. Hikmet’in alaycı tavrı Şenocak’ın sesinde, kıvrak hareketlerinde iyice muzip bir hal alıyor. Oyunun ilk dakikalarında hafifçe gülmeye çalışan saygılı okur, bir süre sonra kendini koyuveriyor. Romanla mukayeseyi bir kenara bırakıp
kendisini, boş sahnede, iki salıncak eşliğinde tek başına bir hikâye anlatan adama bırakıyor. 


Üniversite tiyatrosu geleneğinden (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları ve İTÜ Mezunlar Tiyatrosu) gelen ekibin 2001’de kurduğu Seyyar Sahne, beş yıldır tiyatro dışı metinlerin sahnelenmesine yoğunlaşmış durumda. ‘Tehlikeli Oyunlar’da akılda kalıcı bir örneğini gördüğümüz ses ve hareket çalışmaları da uzundur çalıştıkları bir alan. Celal Mordeniz (konsept ve yönetim), Oğuz Arıcı (metin düzenleme ve reji), Erdem Şenocak (metin
düzenleme ve oyunculuk) özünü bozmadan kısalttıkları romanı episodlar halinde sahneliyor. İTÜ Maçka Kampüsü İşletme Fakültesi’nin üç tarafı seyirciyle çevrili salonunda sizi iki salıncak ile Hikmet Benol’un sade kıyafetleri içindeki, çıplak ayaklarıyla Şenocak karşılıyor. İlk perdeyi Hikmet’in gecekondudaki hayatını,
Hüsamettin Albay’ı, Nurhayat Hanım’ı, onun askerdeki oğluna mektupları, eski karısı Sevgi’yle ilişkilerini, Bilge’ye hislerine dair, romanda birinci bölümüne denk düşen anlatılara ayırmışlar. Ki bu Hikmet’in dünyasını, onunla yeni tanışacak izleyiciye açmak için isabetli bir seçim. İkinci yarıda ‘düşüşe’ kadar giden kısmı, kısaltılmış ama bozulmamış olarak izliyoruz. 

Şenocak 130 dakika boyunca Hikmet, Hüsamettin Albay, Nurhayat Hanım ve oğulları Salim ile asker Hidayet, meyhaneden arkadaşları, Sevgi’nin akrabaları, Fikret, sokaktaki kadınlar oluyor. Her karaktere sesinden farklı bir parça veriyor. Ellerini ve el parmaklarını, ayaklarını ve ayak parmaklarını, omzunu ‘oynatıyor’. Her bir uzvu başka bir karaktere dönüşebiliyor. Salıncakların ‘tehlikeli’ salınımlar yaptığı boş sahnede tek bir oyuncu görmemeye başlıyorsunuz bir süre sonra. ‘Kalabalığa’ bir katkı da salıncaklardan: Tepsi, arabalar, yastık, minibüs, masa vs. olarak rol kesiyorlar. Şenocak bedenini, romanın sayfaları gibi okuturken bize, anlattıklarının ötesinde salıncaklarla da bir kısmında gözleri kapalı olmak üzere ‘tehlikeli oyunlar’ oynuyor. Seyir açısından tek sorun, akla ister istemez “Şimdi nasıl kullanacak salıncakları?” gibi ‘akrobatik’ sorular sokuşturması… 
Episodlar, Hikmet’in uyku halleriyle bölünmüş. Şenocak oyun boyu aslında bir hikâye aktarıcısı olduğunu unutturmuyor. Başlarken, bölüm aralarında suyunu içerken, oyun biterken hep seyircinin arasında. Sonunda; Hikmet’in ölümünün ardından kalkıp usulca ‘Oyun bitti’ demesi de sahnelenme biçimiyle de ‘oyunlar
yaratan’ bir adamın öyküsüyle de tatlı bir şekilde örtüşüyor. Bazı oyunlar anlatmakla olmuyor, eksik kalıyor. ‘Tehlikeli Oyunlar’ da Oğuz Atay’ın ‘kelimelerinin anlamlarını’ bilin bilmeyin, tiyatro sevin sevmeyin görülesi bir oyun... 

5 Şubat 2012 Pazar

Gogol karakterleri arasında...

'Hikâyeden Memurlar', Gogol'ün 'Burun' ve 'Palto' öyküleriyle 'Müfettiş' oyununu birbirinden kıvrak iki performansa dönüştüren bir Tiyatro BeReZe oyunu


Bazı oyunlar seyircisine bir hafiflik hissi hediye eder. Çıktığınızda kuş gibi olursunuz; sakin, iyi, huzurlu… Tiyatro BeReZe’nin ‘Hikâyeden Memurlar’ından çıkıp Kumbaracı 50’den İstiklal Caddesi’ne yokuşu tırmanırken tam böyle şeyler geçti içimden. Dağılmamış, daralmamış, yorulmamıştım. Yanlış anlaşılmasın sabun köpüğü bir komedi falan da değildi gördüğüm. Erkan Uyanıksoy ve Elif Temuçin’in 50 dakikalık, su gibi akan
performanslarıydı gözümün önünde ve zihnimde kalan. 


Tiyatro BeReZe’nin kurucu üyelerinden Uyanıksoy ve Temuçin, siyahlar içinde, yalınayak, dekorsuz, aksesuvarsız çıkıyor sahneye. Ole Brekke’nin süpervizörlüğünde çalışılan oyun, Gogol’ün iki öyküsü (Burun ve Palto) ile bir oyununu (Müfettiş) harmanlıyor. Bir kadın, bir erkek iki oyuncu Gogol’ün bildik öykülerinin
tiplemelerine bürünüyor, kendi sesleri ve vücutları dışında herhangi bir araç kullanmadan. Aralarda bir de ‘anlatıcı oyuncu’ olarak katılıyorlar öykülere. Kadın – erkek birbirine karışıyor burada, Uyanıksoy ve Temuçin’in hangisinin ‘Müfettiş’te cümle ahaliyi dolandıran Hlestakov, hangisinin kaymakamın kızı Marya
Antonovna ya da misal ‘Burun’un berberi İvan’ın karısını oynadığının bir önemi kalmıyor. Bir yandan Gogol’ün öykülerinden hangisinin, neden seçildiğinin de pek önemi yok; ‘Hikâyeden Memurlar’ daha çok bir oyunculuk gösterisi gibi. 


İkiliyi daha önce ‘Olsa Olmalı Olabilir’de izlemiştim, haliyle sahnedeki kıvraklıkları şaşırtmadı. Bir kere daha bu akıcılıkta ama bu sefer bedenlerini çok daha fazla zorlayarak, seslerini çok daha çeşitli kullanarak, tiplemeler arasındaki saniyelik geçişleri keskin ve temiz bir şekilde göstererek oynuyorlar. Gogol’ün Rus
bürokrasisinin hantallığı, rüşvetin aleniliği, yoksulluğun çaresizliği, dönemin gündelik hayatını türlü tuhaflıklarla konu edindiği 180 yıllık öykülerini birbirlerine bağlamayı tercih etmemişler belli ki. Anlatmayaoynamaya ‘Palto’ ile başlıyor, ‘Burun’ ve ‘Müfettiş’le devam ediyorlar. Kısaltılmış olarak, tek parça halinde
ama birbirine küçük jestlerle bağlanması dışında kesintisiz, ardı ardına sahnelenen üç Gogol parçası var karşımızda. 


Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden Erkan Uyanıksoy, Elif Temuçin ve Firuze Engin’in 2006’da kurduğu BeReZe sürekli deneyen bir ekip. Ortaya çıkan sade ama akılda kalıcı işler oluyor. Bir koldan kukla ve obje tiyatrosuyla çocuklara yönelik oyunlar çıkarıyorlar. Bu sefer bedenlerine ve seslerine yüklenmeyi tercih etmişler. Bir tür performans meydan okuması olarak, Gogol’ün öykülerini, izleyiciyi avuçlarının içine alacak şekilde yüklenmişler sırtlarına. Söyledikleri gibi, ‘bedenlerinin tüm olanaklarını’, çok sayıda mimiği de kullanarak, fiziksel tiyatroyu ve hikâye anlatıcılığını birleştiriyorlar. 
Çıktığınızda Gogol’ün mizahi diline, dalgasını geçtiği ‘devlet adamlarına, mevki makam merakına’ dair bir şey kalır mı aklınızda, ‘taşra bürokrasisi’ üzerine kafa yorar mısınız misal? Sanmam. Belki akşam evde açıp biraz Gogol okumak gelecektir içinizden. Ama en çok, bu üç metnin sahneye mis gibi performanslarla taşınmış olmasını görmekten dolayı yaşayacağınız ferahlama kalacak size... 

Keşanlı Ali Hüsranı...

'Keşanlı Ali Destanı' sinema, müzik, dizi piyasasından tanıdığımız her başarılı insanın tiyatroda da kusursuz olacağı anlamına gelmeyeceğinin son örneği...





İtiraf edeyim: Sadri Alışık Tiyatrosu tarafından sahneye konulan ‘Keşanlı Ali Destanı’na büyük beklentilerle gitmedim. Zira nicedir ‘Dev prodüksiyon, muhteşem kadro, yıldız oyuncular’ gibi basmakalıp cümlelerle tanıtılıp da altından layıkıyla kalkılmış bir oyun izlemişliğim yoktu. Yine de rejinin başında Ahmet Mümtaz Taylan gibi oyunculuğu da hayata bakışı da güzel bir isim olunca, istisnai bir durum olabileceği ihtimali de doğuyordu. 


Ve TİM Maslak Show Center’da oyun başlıyor… “Nasıl yani?” dedirten ilk aksaklık; oyuncuların mikrofonları patlıyor, “Ses düzeni sorunu, düzelir…” derken, neredeyse oyun boyu süren ‘pıh pıh’ efektlerine alışılıyor. Daha fenasına da alışmak zorunda kalıyoruz; başta Keşanlı Ali rolündeki Yavuz Bingöl, ana rollerdeki birkaç oyuncu sık sık tekliyor; replikler üst üste biniyor, bazı laflar homurdanma gibi çıkıyor. Bingöl’ün ‘Keşanlı’ zorlama kabadayıyı Doğu ağzıyla oynamasını geçtim, bazı sözcükleri ‘söylermiş gibi yaptığı’ ya da yuvarladığı için anlamakta güçlük çekiyorum. 


Yarım saat sonra: Oyunun içine bir türlü girememiş durumdayım. İyi kurgulanmış rejiye rağmen, sahnedeki kalabalık kadronun sohbetleri, dansları, şarkıları bana ne epik tiyatrodan eskimez bir yerli eser ne de seyirlik bir eğlence hissi veriyor. Evet; herkes nerede duracağını, dansa hangi noktada gireceğini mesela, biliyor. Ki bu çalışılmış, bitmiş, basında geniş yer bulmuş bir oyun için olması gereken... Lakin oyunculardan geçen “Şimdi şu paspası senin eline tutturacağım ve şarkıma gireceğim” duygusu, giriş çıkışların oyuna yedirilememesi, “Dur kalkıp şu repliğimi söyleyeyim de sonra sırtımı seyirciye dönüp ağır ağır sandalyeme döneyim” diyen vücut hareketleri derken, bir türlü profesyonel bir oyun havasına giremiyoruz. (Ve hayır, tüm bunların göstermeci, epik tiyatro yöntemleriyle ilgisi yok.) 
Keşanlı Ali rolündeki Bingöl’ün - şarkı söylediği kısımları geçersek – sahnedeki duruşu çok rahatsız görünüyor, vücudunu bozmuyor, esnek, estetik bir oyunculuk izleyemiyoruz bir türlü (Sinemada izleyip sevdiğimiz Bingöl bu değil kesinlikle). Songül Öden ‘varoşun saf kızı’ olarak konuşma çabasında ama kelimelerin son hecelerini uzatmak yeterli olmuyor. İkinci perdede ‘hanımefendilik’ dersleri alırken de değil ama ‘gerçek Nevvare’ olarak sahneye girdiği anda berrak bir oyunculuk izleyebiliyoruz kendisinden. ‘Yıldız kadrosunun’ en iyisi tartışmasız Tuba Ünsal. Madam Olga’da sekmiyor, işi sıkı tuttuğunu hissettiriyor. Tonlamasından yürüyüşüne ikna ediyor. Haldun Taner’in eskimeyen ve şu ara yeniden kıymete binmiş eserinin varoş mahallesi Sineklidağ ahalisinin durumu da memleketin ahvali de oyunun ilk yazılıp oynandığı 60’lardan hayli farklı olsa da esas mesele üç aşağı beş yukarı benzerdir. Haliyle Taylan’ın metni güncel bir yorumla sahnelemesi de mantıklı bir tercih. Ancak dekor, kostüm ve rejideki yenilikler dışında metne yapılan dramaturjik müdahaleler pek göz önünde değil. ‘Bedelli’, ‘Alibey evleri’ türü esprileri saymazsak metnin bu hali de 2011 Türkiye’sine dair pek bir şey söylemiyor son kertede. 


Ekibin üç aydır harıl harıl çalıştığını duyuyoruz, biliyoruz. Tiyatro emek yoğun bir iştir, ne olursa olsun
emeğin farkına varmaktır ilk yapılması gereken. Ama lütfen ‘dev prodüksiyon, muhteşem performans’ gibi beylik övgülere girişmeden soğukkanlı bir şekilde bakmaya çalışalım, büyük hevesle girişilen bir işin en azından bundan sonra daha iyi olması adına gerçeği söyleyelim. 
Sinema, dizi, müzik piyasasından tanıdığımız insanlar, tiyatro sahnesinde kusursuz bir performans sergileyecek diye bir koşulun da olmadığını bir kenara yazalım mesela. Zira ‘Keşanlı Ali Destanı’ndaki gibi, ortalama lise müsameresinden bir tık yukarıda performanslarla da karşılaşabiliriz. Tüm bunların üzerine oyundaki her türlü ‘olmamışlığı’ ama en çok da kadronun başarılı genç oyuncularını görmezden gelip; ‘rütbe’ sıralamasına göre çıkılan selamlamada en sona kalan yıldızları ayağa fırlayıp alkış yağmuruna tutmak adil değil. Bu mantıkla ben misal, en çok paparazzi rolünde tertemiz bir performans sergileyen genç kadın oyuncuyu alkışlamak isterdim. 
Taylan’ın yorumunda Sineklidağ sakinleri kırık dökük bir yazlık sinemada Keşanlı Ali’nin Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’lı versiyonunu izliyor, sonra da destanı canlandırmaya başlıyorlar. Son sahnede projeksiyonda tekrar Sururi ve Cezzar’dan bir parça izletiyorlar. İçinden, “Keşke son üç saattir onları izliyor olsaydım” diye geçiren bir tek ben miydim acaba?