26 Ekim 2011 Çarşamba

Bu kıyıya bir uğramak lazım...

Merve Engin ismini duydunuz mu? Duymadıysanız, hele bir de tiyatro sözcüğünün kendisi bile tüylerinizi diken diken etmeye yetiyorsa, ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ni görün. Bir yıldır sahnelediği bu tek kişilik oyun, İtalyan Commedia Dell’Arte geleneğinin bir alt türü olan Commedia Gabriellina stiline ait. Engin’in 11 karakteri tek başına canlandırdığı 60 dakikalık, temposu düşmeyen bir gösteri. Commedia Dell’Arte’ye ucundan aşinaysanız; Pantalone, Arlecchino gibi karakterlerden haberdarsanız söyleyelim: Engin düz bir oyun çıkarmıyor, ön oyunda da asıl metinde de sık sık seyirciyle temas kuruyor. Sağa sola laf yetiştiriyor, düşen aksesuarı da söyleyemediği repliği de malzeme yapıp enerjisini yükseltiyor. Marifeti de tonlama ve vücut kullanımı çeşitlemeleriyle sınırlı kalmıyor; hortumdan kusma efektine türlü doğal olayı seyircinin gözünün önüne getiriyor. Bir tür stand-up yapıyor. Laf aramızda, “Aranan komik-kadın bulundu” türü tespitlerden haz etmiyor. ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ 20 Ekim’de Kumbaracı 50’de; ardından Engin iki sıfır oyunla daha (‘Kaplumbağalar Şişmanlamaz Çünkü Kabukları Vardır’ ve ‘Sinekler Sevişirken’) aynı sahnede olacak.  

Kulağınıza fısıldanacak, sadece size oynanacak bir oyuna hazır mısınız?

  
Bu oyunda tek başınızasınız. Sadece siz, yani seyirci; bir de oyuncu. Dizinizin dibinde, kulağınıza doğru, göz göze oynayacak size; üç oyuncu da. Anlatacağıma 'Başbaşa ya da yüzyüze tiyatro' demek uygun olabilir. Şimdilik 'Tiyatro Artı'nın ifadesini kullanalım: 'Tek seyircilik oyun.'


Daha önce 'Bir Takip Oyunu'nda, seyirciye kulaklıklarla sokaklarda 'oyunlu bir gezinti' yaptırmıştı, aynı ekip. Bu sefer mekân içindeler. Tüm kalıpları yıkarak cesur seyir deneyimi yaratmışlar. Sürprizi bozmamak lazım; üstü kapalı olarak hadise şu şekilde cereyan etmekte: ‘Tiyatro Artı'nın Harbiye’deki yeri 'Mekân Artı'yı arayıp randevu alıyorsunuz. 55 dakika süren oyuna, 15 dakikada bir yeni seyirci alabiliyorlar, oyunu perdelerle koridorlara bölünmüş bir alanda oynadıkları için. Demir kapıdan içeri tek başınıza giriyorsunuz. Loş ortamı, gerilimli bir müzik kaplamış. Karşınıza çıkan projeksiyon ekranındaki mesaj, gördüğünüz sandalyeye oturup, kulaklıkları takmanızı söylüyor. Video performanslarını izlemeye başlıyorsunuz. Bir cinayet soruşturmasına üçüncü gözsünüz artık ya da belki de bizzat sorgu memuru...

Cinayet öncesi ve sonrasının tanıkları rolündeki Ayça Damgacı, Memet Ali Alabora, Şebnem Sönmez ve Suat Sungur başlıyor anlatmaya. İpuçlarını birleştirmek size düşecek belli ki... Ardından karşınızda aralanan perdeden çıkan el, sizi sonraki bölmeye alıyor; oyuncuyla başbaşa olduğunuz anlardan ilki başlıyor... Karşılıklı dizdize oturup, siyah perdelerde çevrili ortamda ‘zanlının’ alaycı bir ifadeyle anlattıklarını dinleyeceksiniz. Diğer iki bölümde de tek tek karşılarına ya da yanlarına alıp sizi, anlatacak olayın üç tarafı; ‘kanlı geceyi’ kendi açısından. Zanlı, maktulün karısı ve maktül...

Aynı olayı birbirini tutmayan detaylarla dinledikçe, 'gerçekliği' sorgularken bulacaksınız kendinizi. En azından amaç bu olsa gerek... Peki, aslında ne oluyor? Bu deneyimi herkes başka türlü yaşayacaktır ama metnin derdine kafa yormayı zorlaştıran bir seyir hali bu. Tedirgin edici, "Şimdi ne olacak?" hissinin geçmediği, insanı "Acaba sorularımla ters köşeye yatırmam bekleniyor mu benden? Yoksa dinleyip dinleyip çıksam mı?" ikilemine sokan bir reji. Bir yandan da "Cinayeti aydınlatacak konumdayım" diye düşünebiliyorsunuz.

Koltuğunuza kurulup izleyeceğiniz bir oyun değil. Eski usül 'interaktif' oyunlardan ya da 'suratınıza doğru' oynananlardan da değil. ‘Tek seyircilik oyun’ fikri, seyirciyle-oyuncu arasındaki mesafeyi tamamen kaldıran, icabında seyircinin kendiliğinden oyuna dahil olması için açık kapı bırakan bir yöntem. Ryūnosuke Akutagava'nın 'Çalılıklar Arasında' öyküsünden uyarlayarak ‘Üç Kişi’yi sahneye koyan isim; Ufuk Tan Altunkaya. Genç yönetmenin; Akira Kurosawa tarafından 'Rashomon' adıyla sinemaya uyarlanan bu öyküyü seçme sebeplerinden biri de öykünün yapısının kafasındaki konsepte denk düşmesi. 'Bir Takip Oyunu'nu da kendisinin hazırladığı bilgisiyle, 'tek seyirci' anlayışına olan merakını kendisinden dinledim: "Bu çağda bir öykünün içine girebilmek çok zor. Üç boyutlu film bile etkilemiyor seyirciyi. Ama tek seyircilik oyunda kaçış yok gibi. Oyun, sizi içine alıyor. Sahne hilelerine başvurmaya da gerek olmuyor."

Metne konsantre olmak zor olsa da oyuna dahil olmak açısından ‘Üç Kişi' hedefine ulaşıyor. Bir cinayet soruşturmasının içinde ama daha mühimi bir oyunun tam orta yerinde buluyor seyirci kendini. Sorular sorarak, kendisine ‘dökülen’ tarafı tersleyerek ya da teskin ederek misal, oyuna katılmak da serbest; klasik bir tiyatro salonundaymış gibi davranıp, dinleyip çıkmak da. Oyuncular da hikâyeden kopmadan sonsuz bir doğaçlama (Tabii karşılarındaki, oyuna katılmayı seçen bir seyirciyse) yapmak durumunda. 'Üç Kişi' ekibi bu görevi layıkıyla getiriyor yerine.
Ama ‘Üç Kişi’nin asıl düşündürdüğü şu: Tiyatro, seyirciyle mesafeyi kaldırmak ya da seyirciyi gittikçe daha fazla rahatsız etmek zorunda mı? Tribünleri biraz daha hareketlendirmez, izleyiciyi metnin içine sokmazsa olmaz mı? Artık hiçbir şeyin şaşırtmadığı bir çağda yanıt "Evet" belki de. Kendi yanıtınızı bulmak için bir randevu alın derim...


Adı gibi ‘bulanık’ haller…





İngiltere’nin üretken in your face yazarlarından Simon Stephens’in çarpıcı metinlerinden ‘Pornografi’ ve ‘Punk Rock’ı DOT sahnelerinde görmüştük. Bu sezon yeni bir metni, Engin Hepileri’nin yönetmenliğinde bir İkinci Kat prodüksiyonu olarak sahnede. Yıllarca Kenterler’de sahneye çıkan Hepileri, belli ki metni gerçekten çok sevmiş, sahiplenmiş ve Londra’da nisanda prömiyer yapan oyunu Türkiye’de sahnelemek için Deniz Türkali, Erkan Avcı, Erkan Pekbay, Defne Halman, Cengiz Bozkurt ve Yeşim Koçak’tan oluşan deneyimli ekibi bir araya getirmiş. Lakin ‘Bulanık’, orijinal adıyla ‘Wastwater’ kullanışlı, sade sahne tasarımına ve başarılı oyunculuklarına rağmen, metnin kendisinden kaynaklanan bir aksamayla seyirciyi içine alamıyor.
30’ar dakikalık epizotlarda, üç çiftin (telaşlı koruyucu anne–yeni bir hayat kurmak üzere Kanada’ya uçmaya hazırlanan sorunlu oğul; otel odasında buluşan polis&porno oyuncusu kadın-matematik öğretmeni erkek; Uzakdoğu’dan kaçırılan bir çocuğu ‘satın almak’ üzere bekleyen adam-çocuk ticareti yapan genç kadın), birbirlerinden habersiz, aynı anda yaşadıkları gerilimli anlara tanık oluyoruz. Her öykünün detayında bir çocuk istismarı vakası yatmakta ki üçüncü öyküde kendini açıktan belli eden bir durum bu. Bir havaalanına yakın mekânlarda geçen kesitleri izledikçe görüyoruz ki karakterler birbirlerine temas etmiş, hayatlarının farklı dönemlerinde. Mutlulukları, kişisel tatminleri ya da para için insanlık suçu işleyenler, birer umutsuz vaka olan kadınlar ve adamlar, bahsettiklerimiz. Ve hepimiz biliyoruz ki oyunun da işaret ettiği gibi dünyamız (batının müreffeh ülkeleri de gelişmekte olanlar da) ‘kötülükle’ dolup taşmakta. Çocuklar cinsel istismara maruz kalabilmekte, kadın bedenleri porno sektöründe tükenebilmekte, aileler nedense illa çocuk sahibi olmak isteyip sonra da onlara sahip çıkamamakta vs… Biliyoruz, çok vahşi bir dünya burası. Ama neticede ‘Bulanık’ bir eksiklik, bir “Peki sonra?” tadı bırakıyor. Metindeki kapalılık, sahnede oyunun tıpkı Türkçe ismi gibi ‘bulanık’ bir ifade oluşmasına sebep oluyor.

Metnin istediklerini söyleyememesi bir yana koyarsak; başta Cengiz Bozkurt’un tedirginliğini ağır ve sade ifadeleriyle verdiği performansı, oyunculuklar ve yönetim yerli yerinde. Yine de not düşmeden olmaz: Oyunun Londra, Royal Court Tiyatrosu’nda sahnelenen versiyonunun fotoğraflarından anladığım, kostüm ve bazı dekor seçimlerinde orijinaline fazlasıyla sadık kalınmış olduğu. Kıyaslamayı birkaç kare fotoğraf üzerinden yapmanın olanaksız olduğunu kabul ederek, Katie Mitchell’in yönettiği ‘Wastwater’ ile Engin Hepileri’nin yönettiği ‘Bulanık’ arasında belirgin yorum farkları olduğunu umut edelim. 

13 Ekim 2011 Perşembe

75 dakikalık 'Bir seks işçisinin öyküsü nasıl anlatılır?' dersi...


Talimhane'nin geçen sezondan devam eden oyunu 'Önce bir boşluk oldu...'yu hem başlıktaki sebepten hem de Esra Bezen Bilgin'in performansı için görmeli



Malum, son on gündür ‘tiyatro’ kelimesinin –en azından İstanbul’da- tek bir karşılığı vardı: III. Richard. Daha direkt bir ifadeyle; Kevin Spacey. Oyunculuğunu defalarca ispatlamış bir ismi, ‘tiyatro tarihinin’ en zalim karakterlerinden biri olarak izlemek, onun III. Richard kılığında tüm saray eşrafıyla dalga geçercesine tahta –topallayarak da olsa– kendinden emin yürüdüğünü görmek, kışkırtıcı oyunculuğuna gülmek, 3.5 saatlik süreye rağmen, eşi bulunmaz bir fırsattı.
Mevzuun sadece ‘Hollywood yıldızı ayağımıza gelmiş’ kısmıyla ilgilenmeyenler içinse; Old Vic Tiyatrosu’nun Sam Mendes imzalı III. Richard yorumu, tertemiz bir dekor&ışık&sahneleme anlayışı ve keskin geçişleriyle, ‘kâbus sahnesi’ ve basit ama yaratıcı ‘öldürme efektleri’ gibi mizansenleriyle de akılda kalacak. 

* * *
Spacey’yi kaçıranlar üzülmesin; dikkatli bakılırsa, şehirde her daim izlenebilecek, hayranlık uyandırıcı başka performanslar da mevcut... Her pazartesi 20.30’da İKSV’nin Salon’unda ekim boyu izlenebilecek olan ‘Önce bir boşluk oldu kalp gidince, ama şimdi iyi’de misal; Esra Bezen Bilgin ‘döktürmek’ yakıştırmasının hakkını veren bir oyunculuk sergiliyor.
Talimhane Tiyatrosu’nun prömiyerini nisanda yapan oyunu, İngiliz yazar Lucy Kirkwood’un, Seçil Honeywill’in uyarlamasıyla Mehmet Ergen’in yönetmenliğinde sergileniyor. Orijinalinde Afrika-İngiltere arasındaki ‘insan ticareti köprüsü’nün mağdurlarından biri olan siyah kadının yerini, Ukrayna’dan parlak hayallerle İstanbul’a gelen Dijana almış.
Dijana’yı 1 saat 15 dakikalık oyun süresi boyunca, ‘Türkçeyi sonradan öğrenen Ukraynalı kadın’ ağzıyla, kulağı hiç tırmalamadan, doğal bir şekilde oynuyor, Bilgin. Sahnedeki üç yatak, oyunun ve Dijana’nın hayatının bölümlerinin mekânları. Fuhuşa zorlandığı yatak, ilk bölüm. Sarkastik bakışıyla kendisiyle de; yattığı, sayısı çöp kovasındaki prezervatif sayısıyla eşit erkeklerle de; neo-liberal sistemin günlük hayattaki etkileriyle de bir güzel dalga geçtiği odası burası.
İkinci yatak; kendisi gibi kaçak, Türkmen seks işçisi Bahar’la karşılaştığı nezarethane. Üçüncü yataktaki; pırıl pırıl, neşeli bir Dijana. Bu flashback sahne, Dijana’nın ‘önce dişlerine âşık olduğu’ Mustafa’yla nasıl tanıştığı (Bilgin’in kulüpte çalan Serdar Ortaç parçası eşliğinde kendinden geçtiği sahne şahane) ve ‘şimdiki zamana’ gelene kadar yaşadıklarına ayrılmış.
İnsan ticaretinin ve fuhuşa zorlanan kadının maruz kaldığı şiddet; ajitasyonun kıyısına uğramadan, cinsiyetçi klişelere kapılmadan, seyirciye küçük kahkahalar attırılarak aktarılıyor. Oyunun büyük kısmını sırtlayan Esra Bezen Bilgin “İyi ki gördük” dedirtecek bir oyunculuk sergiliyor; nezarethane arkadaşı Güliz Gençoğlu, güvensiz ve hafif ‘çatlak’ Türkmen seks işçisinde hiç sendelemiyor.
İnsan ticareti mağduru bir seks işçisinin öyküsünün ‘akbabalaşmadan’ nasıl görselleştirilebileceğine kıvamında bir örnek… Kadına yönelik şiddeti, ‘şiddetin pornografik fotoğrafları’ olmadan anlatamayacaklarını düşünenlere tavsiye edilir.

Farklı bir müzikal geliyor 

Oyun makinesi gibi çalışan genç ekip Tiyatro 0.2’den hem kendilerini, hem de seyirciyi sınayacak yeni bir hamle geliyor: ‘Disosya Harikalar Dünyası.’ Şu ana kadarki oyunlarından farkı; kendi mekânları ‘İkincikat’ın dışında oynayacakları ilk oyun, ilk büyük prodüksiyonları ve ‘kara komedi-müzikal’ olarak tanımlanabilecek alışık olmadığımız bir türe ait olması. Sami Berat Marçalı’nın yöneteceği oyun, kasım sonunda prömiyer yapacakmış. Metin, ‘in-yer-face’in ünlü isimlerinden, İskoç oyun yazarı Anthony Neilson’ın. Disosyetif bozukluğa sahip bir kadının, hastalığından kurtulmak için geçirdiği yolculuk ve o esnada başına gelenler, konu ediniliyor. ‘Güvensizlik görevlileri’, ‘günah keçisi’, ‘yemin alıcı’, ‘kral kara köpek’ gibi karakterleriyle merak uyandırıcı bir iş olacağa benzer. Beklemedeyiz…

4 Ekim 2011 Salı

Herşey çok güzel olur mu?

Yeni sezonun ilk yazısı bir yerli in your face olan 'Aşk Şarkısı' hakkında...














Çok değil, beş yıl öncesine kadar ‘memleket tiyatrosu’ mevzuu, ortak bir serzeniş eşliğinde açılırdı: “Sahne mi var doğru dürüst…” Genç tiyatrocular ‘şehir’ ya da ‘devlet’e atamazsa kapağı, ‘özellere’ ispatlayamazlarsa kendilerini kalıverirlerdi içlerindeki hevesle. Bir dert daha vardı hem: “Yerli oyun yazarımız yok!” Sonrası şu meşhur klişe: “Zaten tiyatro ölü bir sanat artık…” Üniversite tiyatrosu geleneğinden gelen yarı profesyonel gruplar (gündüz mühendis, bankacı, akşam tiyatrocu olanlar…) Beyoğlu’ndaki tek tük sahnelerde hem metin seçimleri hem de oyunculuk anlayışlarıyla alternatif bir soluk olurken, ‘okullu oyuncular’ için durum pek parlak değildi...
Memleket sathına, DOT’un cesur çeviri oyunlarıyla giriş yapan, İngiltere’den ithal ‘in your face’ (Suratına tiyatro) akımı o vakitlerde yetişti imdada. Takip eden yıllarda olanlarsa, tiyatroyu gerçekten sevenlerin içini ferahlatacak kadar dağıttı, manzaradaki pusu. Beyoğlu ve Kadıköy hattında birbiri ardına yeni mekânlar açıldı, açılıyor. Daha güzeli bu adreslerin büyük kısmı 20’li yaşlarını süren genç tiyatrocuların gözüpek girişimlerinin ürünü… Daha da güzeli var. İki yıldır, oralardan yükselen sesler sadece yabancı yazarların ‘in your face’lerine değil, yazma konusunda da ürkek davranmayan tiyatroculardan çıkan, bizden meseleleri işaret ediyor. ‘Kan, şiddet, gözyaşı ve küfürde’ sınır tanımayan, kelimenin gerçek anlamıyla seyircinin ‘suratına’ oynanan bu oyunlarda artık sadece İngiliz gençlerinin dertlerini değil, buralardan yalnızlık, şiddet, savaş, aile öyküleri de izliyoruz.
Başrolde aile var
Geçtiğimiz hafta prömiyer yapan ‘Aşk Şarkısı’ gelinen noktayı kendi başına özetleyen bir örnek. Oyun 26 yaşındaki Cihan Sağlam’ın kaleminden. Beykent Üniversitesi Tiyatro Bölümü mezunu olan Sağlam, Asmalımescit’te küçük bir daireyi tiyatroya dönüştürmüş. Yemenici Abdüllatif Sokak’taki ‘The Club’, Sağlam’ın yazdığı dört oyuna sahne oluyor. Genç yazar-yönetmen var olan metinleri çevirmektense ‘bize ait’ bir şeyler anlatma gereği duymuş. ‘Aşk Şarkısı’ da diğer metinleri ‘Neverland’, ‘Retro’ ve ‘Stockholm’ gibi bu niyetle oluşmuş.
Geçen yıl sezonu yine ‘in your face’ tanımına girebilecek bir yerli oyun olan ‘Limonata’ ile kapatmış biri olarak, bu yıl açılışı ‘Aşk Şarkısı’ ile yapmak anlamlı oldu. ‘Aile’yi didikleyen ‘Limonata’dan sonra, ‘Aşk Şarkısı’ da merkezine ‘aileyi’ alıyor.
Figüranlık ve televizyon karşısında bira içmekten kalan zamanlarında iki oğluna küfürler savuran bir babayla erkenden ölen çilekeş bir annenin oğluyla giriyoruz hikâyeye. Bu genç adamın kendinden büyük bir eski Yeşilçam oyuncusuna abayı neden yaktığını ilk 15 dakikada anlamlandıramasak da yanıtı ‘anne eksikliği’ duygusunda buluyoruz.
Mühendislik okumuş ama müzik grubuyla ‘yırtmayı’ hayal eden, onca şiddete karşın ‘Ne de olsa babamızdır’ hissiyatındaki yumuşak huylu ağabey; onun Bosna’dan kaçmış, ‘dilsiz’ sevgilisi; kariyerinin son yıllarında ekmek parasını erotik filmlerden çıkarmış, kızı tarafından terk edilmiş orta yaşlı yalnız kadın ve umutsuz bir baba… Sağlam; genç adamın ne yapacağını bilememe halini bu karakterler arasında dönen, detayı bol bir öyküyle anlatıyor. Arada, bir ‘Her şey çok güzel olacak’ havası esiyor sahnede, aralarındaki buzları, ‘dolapta bekleyen vanilyalı dondurmanın’ eritmesini umarak…
Âşık genç Cavit Çetin Güner tüm oyunu tek başına sürükleyecek enerjide. Lakin genç adamın sevdalandığı eski Yeşilçam artisti rolündeki Serap Oral’la oyunculuk tarzları, ilk sahneden itibaren uyumsuz geliyor göze. Oral’ın, Güner’e ve diğer oyunculara kıyasla ağır akan, dramatik oyunculuğu bilinçli bir tercih değilse, yumuşatılmaya ihtiyaç duyuyor. Alanın darlığı uzun sigara ve itiş kakış sahneleri için handikap olsa da seyri asıl ağırlaştıran, 1 saat 45 dakikalık süre. ‘In your face’in olmazsa olmazı sert küfürlerse, gereğinden fazla savruluyor havaya. Baba daha az küfretse de biz seyirci olarak o gaddarlığı ve çaresizliği ziyadesiyle algılayacakmışız gibi…
Tüm bunların ötesinde oyun başka bir his uyandırıyor: Seyirciler için ‘Her şey kesinlikle daha güzel olacak.’ Belli ki aile, askerlik gibi dikenli konulara bundan sonra daha da çok korkusuz genç el uzanacak; “Yer yok, metin yok” söylenmelerinin de yavaş yavaş sonu gelecek.