6 Şubat 2012 Pazartesi

Tek başıma hepimize yeterim albayım!

Seyyar Sahne'nin 'Tehlikeli Oyunlar'ında Erdem Şenocak 130 dakika boyunca el, ayak ve parmaklarını, omzunu, salıncakları kullanarak tüm romanı tek başına oynuyor


Bir edebiyat eserini sahneye uyarlama kararı baştan zoru seçmek demektir. Seçtiğiniz metin Oğuz Atay gibi, sadık bir okur kitlesine sahip bir yazara aitse iyice hassas bir yola sapılmıştır. Seyyar Sahne 2009’dan beri, Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ın gölgesinde kaldığı düşünülse de gerek yazım tekniği gerek başkarakteri Hikmet Benol’un zihni aracılığıyla anlattıklarıyla, benzersiz bir yere sahip olan romanı ‘Tehlikeli Oyunlar’ı itiraz edilmesi güç bir yorumla sahneye taşıyor. 
470 sayfalık, Oğuz Atay imzalı bir romanın, ruhunun incitilmeden oyunlaştırılması büyük yük. Seyyar Sahne yükü ağırlaştırıp, Hikmet Benol’un dünyasını tek bir oyuncuya, Erdem Şenocak’a emanet ediyor. Ve 130 dakikalık, belki de bu kadar uzun sürüp de seyirciyi hiç yormayan nadir oyunlardan biri olacak ‘Tehlikeli
Oyunlar’ başlıyor… 
Oğuz Atay, ‘Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet Benol’un varoluş mücadelesi aracılığıyla tarihle, ‘kahramanlarla’,
millilik şuuruyla, memleket ahvaliyle, kadın-erkek ilişkileriyle ince ince alay eder. Okuyucunun satır aralarına da bolca tebessüm eşlik eder. Erdem Şenocak’ın izleyicinin başını döndüren bir performans
sergilediği Seyyar Sahne yorumunda, tebessümlerin yerini kahkahalar alıyor. Hikmet’in alaycı tavrı Şenocak’ın sesinde, kıvrak hareketlerinde iyice muzip bir hal alıyor. Oyunun ilk dakikalarında hafifçe gülmeye çalışan saygılı okur, bir süre sonra kendini koyuveriyor. Romanla mukayeseyi bir kenara bırakıp
kendisini, boş sahnede, iki salıncak eşliğinde tek başına bir hikâye anlatan adama bırakıyor. 


Üniversite tiyatrosu geleneğinden (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları ve İTÜ Mezunlar Tiyatrosu) gelen ekibin 2001’de kurduğu Seyyar Sahne, beş yıldır tiyatro dışı metinlerin sahnelenmesine yoğunlaşmış durumda. ‘Tehlikeli Oyunlar’da akılda kalıcı bir örneğini gördüğümüz ses ve hareket çalışmaları da uzundur çalıştıkları bir alan. Celal Mordeniz (konsept ve yönetim), Oğuz Arıcı (metin düzenleme ve reji), Erdem Şenocak (metin
düzenleme ve oyunculuk) özünü bozmadan kısalttıkları romanı episodlar halinde sahneliyor. İTÜ Maçka Kampüsü İşletme Fakültesi’nin üç tarafı seyirciyle çevrili salonunda sizi iki salıncak ile Hikmet Benol’un sade kıyafetleri içindeki, çıplak ayaklarıyla Şenocak karşılıyor. İlk perdeyi Hikmet’in gecekondudaki hayatını,
Hüsamettin Albay’ı, Nurhayat Hanım’ı, onun askerdeki oğluna mektupları, eski karısı Sevgi’yle ilişkilerini, Bilge’ye hislerine dair, romanda birinci bölümüne denk düşen anlatılara ayırmışlar. Ki bu Hikmet’in dünyasını, onunla yeni tanışacak izleyiciye açmak için isabetli bir seçim. İkinci yarıda ‘düşüşe’ kadar giden kısmı, kısaltılmış ama bozulmamış olarak izliyoruz. 

Şenocak 130 dakika boyunca Hikmet, Hüsamettin Albay, Nurhayat Hanım ve oğulları Salim ile asker Hidayet, meyhaneden arkadaşları, Sevgi’nin akrabaları, Fikret, sokaktaki kadınlar oluyor. Her karaktere sesinden farklı bir parça veriyor. Ellerini ve el parmaklarını, ayaklarını ve ayak parmaklarını, omzunu ‘oynatıyor’. Her bir uzvu başka bir karaktere dönüşebiliyor. Salıncakların ‘tehlikeli’ salınımlar yaptığı boş sahnede tek bir oyuncu görmemeye başlıyorsunuz bir süre sonra. ‘Kalabalığa’ bir katkı da salıncaklardan: Tepsi, arabalar, yastık, minibüs, masa vs. olarak rol kesiyorlar. Şenocak bedenini, romanın sayfaları gibi okuturken bize, anlattıklarının ötesinde salıncaklarla da bir kısmında gözleri kapalı olmak üzere ‘tehlikeli oyunlar’ oynuyor. Seyir açısından tek sorun, akla ister istemez “Şimdi nasıl kullanacak salıncakları?” gibi ‘akrobatik’ sorular sokuşturması… 
Episodlar, Hikmet’in uyku halleriyle bölünmüş. Şenocak oyun boyu aslında bir hikâye aktarıcısı olduğunu unutturmuyor. Başlarken, bölüm aralarında suyunu içerken, oyun biterken hep seyircinin arasında. Sonunda; Hikmet’in ölümünün ardından kalkıp usulca ‘Oyun bitti’ demesi de sahnelenme biçimiyle de ‘oyunlar
yaratan’ bir adamın öyküsüyle de tatlı bir şekilde örtüşüyor. Bazı oyunlar anlatmakla olmuyor, eksik kalıyor. ‘Tehlikeli Oyunlar’ da Oğuz Atay’ın ‘kelimelerinin anlamlarını’ bilin bilmeyin, tiyatro sevin sevmeyin görülesi bir oyun... 

5 Şubat 2012 Pazar

Gogol karakterleri arasında...

'Hikâyeden Memurlar', Gogol'ün 'Burun' ve 'Palto' öyküleriyle 'Müfettiş' oyununu birbirinden kıvrak iki performansa dönüştüren bir Tiyatro BeReZe oyunu


Bazı oyunlar seyircisine bir hafiflik hissi hediye eder. Çıktığınızda kuş gibi olursunuz; sakin, iyi, huzurlu… Tiyatro BeReZe’nin ‘Hikâyeden Memurlar’ından çıkıp Kumbaracı 50’den İstiklal Caddesi’ne yokuşu tırmanırken tam böyle şeyler geçti içimden. Dağılmamış, daralmamış, yorulmamıştım. Yanlış anlaşılmasın sabun köpüğü bir komedi falan da değildi gördüğüm. Erkan Uyanıksoy ve Elif Temuçin’in 50 dakikalık, su gibi akan
performanslarıydı gözümün önünde ve zihnimde kalan. 


Tiyatro BeReZe’nin kurucu üyelerinden Uyanıksoy ve Temuçin, siyahlar içinde, yalınayak, dekorsuz, aksesuvarsız çıkıyor sahneye. Ole Brekke’nin süpervizörlüğünde çalışılan oyun, Gogol’ün iki öyküsü (Burun ve Palto) ile bir oyununu (Müfettiş) harmanlıyor. Bir kadın, bir erkek iki oyuncu Gogol’ün bildik öykülerinin
tiplemelerine bürünüyor, kendi sesleri ve vücutları dışında herhangi bir araç kullanmadan. Aralarda bir de ‘anlatıcı oyuncu’ olarak katılıyorlar öykülere. Kadın – erkek birbirine karışıyor burada, Uyanıksoy ve Temuçin’in hangisinin ‘Müfettiş’te cümle ahaliyi dolandıran Hlestakov, hangisinin kaymakamın kızı Marya
Antonovna ya da misal ‘Burun’un berberi İvan’ın karısını oynadığının bir önemi kalmıyor. Bir yandan Gogol’ün öykülerinden hangisinin, neden seçildiğinin de pek önemi yok; ‘Hikâyeden Memurlar’ daha çok bir oyunculuk gösterisi gibi. 


İkiliyi daha önce ‘Olsa Olmalı Olabilir’de izlemiştim, haliyle sahnedeki kıvraklıkları şaşırtmadı. Bir kere daha bu akıcılıkta ama bu sefer bedenlerini çok daha fazla zorlayarak, seslerini çok daha çeşitli kullanarak, tiplemeler arasındaki saniyelik geçişleri keskin ve temiz bir şekilde göstererek oynuyorlar. Gogol’ün Rus
bürokrasisinin hantallığı, rüşvetin aleniliği, yoksulluğun çaresizliği, dönemin gündelik hayatını türlü tuhaflıklarla konu edindiği 180 yıllık öykülerini birbirlerine bağlamayı tercih etmemişler belli ki. Anlatmayaoynamaya ‘Palto’ ile başlıyor, ‘Burun’ ve ‘Müfettiş’le devam ediyorlar. Kısaltılmış olarak, tek parça halinde
ama birbirine küçük jestlerle bağlanması dışında kesintisiz, ardı ardına sahnelenen üç Gogol parçası var karşımızda. 


Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden Erkan Uyanıksoy, Elif Temuçin ve Firuze Engin’in 2006’da kurduğu BeReZe sürekli deneyen bir ekip. Ortaya çıkan sade ama akılda kalıcı işler oluyor. Bir koldan kukla ve obje tiyatrosuyla çocuklara yönelik oyunlar çıkarıyorlar. Bu sefer bedenlerine ve seslerine yüklenmeyi tercih etmişler. Bir tür performans meydan okuması olarak, Gogol’ün öykülerini, izleyiciyi avuçlarının içine alacak şekilde yüklenmişler sırtlarına. Söyledikleri gibi, ‘bedenlerinin tüm olanaklarını’, çok sayıda mimiği de kullanarak, fiziksel tiyatroyu ve hikâye anlatıcılığını birleştiriyorlar. 
Çıktığınızda Gogol’ün mizahi diline, dalgasını geçtiği ‘devlet adamlarına, mevki makam merakına’ dair bir şey kalır mı aklınızda, ‘taşra bürokrasisi’ üzerine kafa yorar mısınız misal? Sanmam. Belki akşam evde açıp biraz Gogol okumak gelecektir içinizden. Ama en çok, bu üç metnin sahneye mis gibi performanslarla taşınmış olmasını görmekten dolayı yaşayacağınız ferahlama kalacak size... 

Keşanlı Ali Hüsranı...

'Keşanlı Ali Destanı' sinema, müzik, dizi piyasasından tanıdığımız her başarılı insanın tiyatroda da kusursuz olacağı anlamına gelmeyeceğinin son örneği...





İtiraf edeyim: Sadri Alışık Tiyatrosu tarafından sahneye konulan ‘Keşanlı Ali Destanı’na büyük beklentilerle gitmedim. Zira nicedir ‘Dev prodüksiyon, muhteşem kadro, yıldız oyuncular’ gibi basmakalıp cümlelerle tanıtılıp da altından layıkıyla kalkılmış bir oyun izlemişliğim yoktu. Yine de rejinin başında Ahmet Mümtaz Taylan gibi oyunculuğu da hayata bakışı da güzel bir isim olunca, istisnai bir durum olabileceği ihtimali de doğuyordu. 


Ve TİM Maslak Show Center’da oyun başlıyor… “Nasıl yani?” dedirten ilk aksaklık; oyuncuların mikrofonları patlıyor, “Ses düzeni sorunu, düzelir…” derken, neredeyse oyun boyu süren ‘pıh pıh’ efektlerine alışılıyor. Daha fenasına da alışmak zorunda kalıyoruz; başta Keşanlı Ali rolündeki Yavuz Bingöl, ana rollerdeki birkaç oyuncu sık sık tekliyor; replikler üst üste biniyor, bazı laflar homurdanma gibi çıkıyor. Bingöl’ün ‘Keşanlı’ zorlama kabadayıyı Doğu ağzıyla oynamasını geçtim, bazı sözcükleri ‘söylermiş gibi yaptığı’ ya da yuvarladığı için anlamakta güçlük çekiyorum. 


Yarım saat sonra: Oyunun içine bir türlü girememiş durumdayım. İyi kurgulanmış rejiye rağmen, sahnedeki kalabalık kadronun sohbetleri, dansları, şarkıları bana ne epik tiyatrodan eskimez bir yerli eser ne de seyirlik bir eğlence hissi veriyor. Evet; herkes nerede duracağını, dansa hangi noktada gireceğini mesela, biliyor. Ki bu çalışılmış, bitmiş, basında geniş yer bulmuş bir oyun için olması gereken... Lakin oyunculardan geçen “Şimdi şu paspası senin eline tutturacağım ve şarkıma gireceğim” duygusu, giriş çıkışların oyuna yedirilememesi, “Dur kalkıp şu repliğimi söyleyeyim de sonra sırtımı seyirciye dönüp ağır ağır sandalyeme döneyim” diyen vücut hareketleri derken, bir türlü profesyonel bir oyun havasına giremiyoruz. (Ve hayır, tüm bunların göstermeci, epik tiyatro yöntemleriyle ilgisi yok.) 
Keşanlı Ali rolündeki Bingöl’ün - şarkı söylediği kısımları geçersek – sahnedeki duruşu çok rahatsız görünüyor, vücudunu bozmuyor, esnek, estetik bir oyunculuk izleyemiyoruz bir türlü (Sinemada izleyip sevdiğimiz Bingöl bu değil kesinlikle). Songül Öden ‘varoşun saf kızı’ olarak konuşma çabasında ama kelimelerin son hecelerini uzatmak yeterli olmuyor. İkinci perdede ‘hanımefendilik’ dersleri alırken de değil ama ‘gerçek Nevvare’ olarak sahneye girdiği anda berrak bir oyunculuk izleyebiliyoruz kendisinden. ‘Yıldız kadrosunun’ en iyisi tartışmasız Tuba Ünsal. Madam Olga’da sekmiyor, işi sıkı tuttuğunu hissettiriyor. Tonlamasından yürüyüşüne ikna ediyor. Haldun Taner’in eskimeyen ve şu ara yeniden kıymete binmiş eserinin varoş mahallesi Sineklidağ ahalisinin durumu da memleketin ahvali de oyunun ilk yazılıp oynandığı 60’lardan hayli farklı olsa da esas mesele üç aşağı beş yukarı benzerdir. Haliyle Taylan’ın metni güncel bir yorumla sahnelemesi de mantıklı bir tercih. Ancak dekor, kostüm ve rejideki yenilikler dışında metne yapılan dramaturjik müdahaleler pek göz önünde değil. ‘Bedelli’, ‘Alibey evleri’ türü esprileri saymazsak metnin bu hali de 2011 Türkiye’sine dair pek bir şey söylemiyor son kertede. 


Ekibin üç aydır harıl harıl çalıştığını duyuyoruz, biliyoruz. Tiyatro emek yoğun bir iştir, ne olursa olsun
emeğin farkına varmaktır ilk yapılması gereken. Ama lütfen ‘dev prodüksiyon, muhteşem performans’ gibi beylik övgülere girişmeden soğukkanlı bir şekilde bakmaya çalışalım, büyük hevesle girişilen bir işin en azından bundan sonra daha iyi olması adına gerçeği söyleyelim. 
Sinema, dizi, müzik piyasasından tanıdığımız insanlar, tiyatro sahnesinde kusursuz bir performans sergileyecek diye bir koşulun da olmadığını bir kenara yazalım mesela. Zira ‘Keşanlı Ali Destanı’ndaki gibi, ortalama lise müsameresinden bir tık yukarıda performanslarla da karşılaşabiliriz. Tüm bunların üzerine oyundaki her türlü ‘olmamışlığı’ ama en çok da kadronun başarılı genç oyuncularını görmezden gelip; ‘rütbe’ sıralamasına göre çıkılan selamlamada en sona kalan yıldızları ayağa fırlayıp alkış yağmuruna tutmak adil değil. Bu mantıkla ben misal, en çok paparazzi rolünde tertemiz bir performans sergileyen genç kadın oyuncuyu alkışlamak isterdim. 
Taylan’ın yorumunda Sineklidağ sakinleri kırık dökük bir yazlık sinemada Keşanlı Ali’nin Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’lı versiyonunu izliyor, sonra da destanı canlandırmaya başlıyorlar. Son sahnede projeksiyonda tekrar Sururi ve Cezzar’dan bir parça izletiyorlar. İçinden, “Keşke son üç saattir onları izliyor olsaydım” diye geçiren bir tek ben miydim acaba? 

23 Kasım 2011 Çarşamba

'Sinekler sevişirken' siz koltuğunuzda rahatsızca kıvranacaksınız


Mine Söğüt'ün aynı adlı öyküsünden sahneye uyarlanan 'Sinekler Sevişirken', klişelere sapmadan, seyirciyi oturduğu yerde ufacık bırakan bir ensest hikâyesi anlatıyor


Hakan Günday, son kitabı ‘Az’ın ilk sayfalarında, tavandaki ince bir çatlağı birazdan kendisine zarar verecek kara bir böcek olarak gören küçük kızı anlatır. Böcekten duyduğu korku kendisini ranzanın ikinci katından aşağıya sallamasıyla, altı yaşında karşılaşacağı ölüm anına götürür küçük kızı. Mine Söğüt’ün geçtiğimiz günlerde çıkan öykü kitabı ‘Deli Kadın Hikâyeleri’nden, ‘Sinekler Sevişirken’i okurken aklıma Günday’ın çatlağı böcek sanıp ölüveren küçük kızı gelmişti. ‘Sinekler Sevişirken’in genç kızıyla, ‘Az’ın minik kızının pek ortak noktası olmasa da yaşadıkları şiddet dolu anlar ortaklaşmıştı zihnimde.
Söğüt; yatağa mahkum ve ensest kurbanı genç kadını dört sayfalık öyküsünde bildiğimiz, sevdiğimiz ve içimizi dağlayan üslubuyla anlatıyor. Öykünün yine Mine Söğüt’ün uyarlaması ve yönetmenliğinde sahneye taşınacağını duyduğumdan beri bu zor metnin nasıl oyunlaştırılacağını merak etmekteydim. Oyuncu da iki senedir sahnelediği, bir Commedia dell’arte türü olan ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’nde kırıp geçiren Merve Engin olunca; onu ‘komik kadın’ olarak belleyen seyirci için de türler arasında keskin bir geçiş yapan Engin’in kendisi için de ekstra zorlu bir durum beliriyordu.

Seyirciye genç kızı, mâhkum olduğu yatakta tepeden izliyormuş hissi verecek şekilde sahnede dikine yerleştirilmiş yatakta ‘yatan’ Merve Engin, yarım saatlik oyun süresi boyunca aynı pozisyonda ‘sineklerle olan savaşını’ anlatıyor. Oyunun acı sürprizini bozmamak için asıl sineğin kim/ne olduğunu saklamak en iyisi. Hikâyeyi okumadan gidenler arasında da tahmin edenler çıkacaktır ama yine de oyunun sonunda öznenin kim olduğu genç kızın ağzından duyulduğu anda, yan yana dizili sandalyelerin, seyircilerin sinirden salladığı bacaklarının etkisiyle titrediğini hissedeceksiniz. Genç kız ‘tek kişilik kâbusuyla’ boğuşurken, ailenin/sistemin/koca bir dünyanın görmezden gelmesinin temsili olan, annenin yumuşak ve yatıştırıcı ama hissiz tepkileri daha da çok bozacak sinirlerinizi.

‘Sinekler Sevişirken’ konusu, dili ve oyuncunun hareket imkânını neredeyse sıfıra indirgemesi itibariyle zor bir oyun. Merve Engin, oyununu yatağa bağlı halde sürdürürken en çok yüzüne yükleniyor haliyle. Yüz mimikleri ve sesi yer yer metnin anlattıklarından kat be kat gergin bir hâl alıyor. O kadar yaralayıcı, yer yer mide bulandırıcı ki yaşamak zorunda kaldıkları bu bazı anlarda ‘histerik’ bir hâl alan oyunculuk repliklere uyumsuz kalmıyor. Ama metnin ağırlığını sindirebilmemiz için ara ara da olsa bir nebze daha sakinlik fena olmayabilir.
Öte yandan Engin yatağa sabitlenmiş vücudunu mümkün olan her şekilde oyuna sokuyor. Sadece elleri kolları ve kafası serbestken tüm gövdesiyle oynamayı başarabiliyor; nefes kontrolleriyle bir büyüyor, bir küçülüyor. Ve anlattıklarının ağırlığıyla birlikte vücudundan aldığımız mesajlar da içimize çöküyor, yutkunmaya devam ediyor, rahatsız rahatsız kıvrandığımız sandalyemize sığamaz oluyoruz. İnsan olmaktan, ensestin, tecavüzün varlığını bilip de bir şey yapmayan çaresiz halimizden utanıyoruz. Tek teselli bu kılçıklı mevzuu  bayağı ifadelere, klişelere ve kör göze parmak mesajların kıyısından geçmeden anlatan bir metinle&sahnelemeyle karşı karşıya olmak oluyor.



Oyununuzu 'normal mi' alırsınız, 'alternatif mi'?


Alternatif tiyatrolardaki ‘yaratıcılık kıvılcımının’ zorunluluktan doğduğunu söylemek ne kadar doğru olur? Peki ‘normal’ mekanlar zorluk çekmediği için mi daha az yaratıcı? 

Tekrarına denk geldim; NTV'de Yekta Kopan, tiyatrocular Nilgün Kurt, Serkan Keskin ve Yeşim Özsoy Gülan ile alternatif tiyatro mekânlarını konuşuyordu. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin'den de görüş alınmış. Bilgin, alternatif mekânların çoğalmasından duyduğu memnuniyete geçmeden, “Keşke alternatif mekânlara gelene kadar normal tiyatro mekânları da yeterli olsaydı” dedi. 'Normal' ile kast ettiği klasik tiyatro salonlarında çalışabilen, ödenekli ve özel tiyatrolar olsa gerek. Ardından, zaten ‘alternatif tiyatroların' da biraz da bu yetersizlikten yola çıkarak hayat bulduğunu, buralardan ‘yaratıcı kıvılcımlar’ çıkmasının kaynaklarından birinin de ‘zorunluluk’ olduğundan bahsetti. Bilgin son derece iyi bir niyetle aktarıyordu gözlemlerini şüphesiz. Gelgelelim aklıma şöyle şeyler takıldı:

'Normal' tiyatrolar pek zorlukla karşılaşmadıkları; mekân, dekor, telif vs sıkıntısı çekmedikleri, kemikleşmiş bir oyuncu kitlesine de sahip oldukları için 'yaratıcılıktan' uzak düşmüş olabilirler mi? Diğer yandan alternatif tiyatrolardaki ‘yaratıcılık kıvılcımının’ zorunluluktan doğduğunu söylemek ne kadar doğru olur? Kanımca ortada bir zorunluluk varsa bile bu Bilgin'in bahsettiği maddi imkânsızlıklardan, mekansızlık sorunlarından daha derin bir dertten kaynaklanmakta. Genç kuşağın 'başka türlü' bir tiyatro yapmak, çağına dair meseleleri sahneye taşımak istemesi; asıl zorunluluk. ‘Büyük büyük’ oynamaktan, klasik metinleri, klasik yorumlar ve rejilerle sahnelemekten kaçınmak istemeleri, kafaya asıl taktıkları. Neredeyse her ay yeni bir grubun doğmasının sebeplerinden biri de bu zorunluluk. Geri kalan her şey içinse 'tercih' kelimesini kullanmak daha isabetli olacaktır.

                                                            ****

Geri kalanlar: Alternatif olarak adlandırdığımız grupların dar mekânlarda, maksimum 50 kişiye oynaması. Her seferinde farklı biçimler denemeleri. Farklı ülkelerde örneklerini gördükleri sahneleme yollarına sapmaları. Çağdaş yazarların metinlerini çevirmeleri. Dekor ve kostümde, seslendirmede yeni denemeler yapmaları... Hepsi kendi yollarını bulma girişimlerinin sonucu. Tercihleri böyle olduğu için de ortaya çıkan pahalı ve hantal prodüksiyonlar değil, yeni ve yaratıcı işler oluyor. Sonuç eksik/fazla olabilir ama yaratıcı ve üretken oldukları kesin. Seyirci tarafının da hakkını yememek gerek: Gittiğim hemen her oyun, mekânı tıka basa dolduran bir gruba oynanıyor. Bunda ekiplerin çabalarının etkisi büyük ama seyircinin de üzerinde daha çok düşünülmüş işler görmek, kendi hayatlarına da dokunan öyküler duymak istediği aşikar. Çekinmeden takipte olmak lazım, elini korkak alıştırmayan grupları. Daha iyiye yol almaları için de üzerine tartışmak, yazmak... Darısı 'normal' mekânlara sahip tiyatroların da başına olsun.


Adem'le Havva hiç bu kadar suskun olmadı 


Kurulduğundan beri 'feminist tiyatro' yapan Tiyatro Boyalıkuş, yeni oyunlarında yukarıdaki mevzua örnek olabilecek bir yola sapıyor: ‘İç Ses’, alışık olduğumuz formların dışında bir oyun. Jale Karabekir’in yönetip yazdığı oyun, bir tür Adem ve Havva hikâyesi. Yaptığıysa salt bir kadın-erkek öyküsü anlatmak değil. Oyuncuların seslerinden vazgeçilmiş, kadın ve erkek oyuncuya birer iç ses verilmiş. Karşılığında bedenlerini mümkün olduğunca verimli kullanmaları beklenmiş. Şengül Özdemir ve Gökmen Kasabalı, birbirini çok sevmiş ama kendilerinin bile unuttuğu bir sebepten küsüp, susmayı seçmiş olan, kadınla erkeği sessizce canlandırıyor. İçlerinden geçirdikleri her şeyi, seslendirme yapan oyuncuların mekâna yayılan sözlerinden takip ediyoruz.
Broşürlerine de not ettikleri gibi hem kendileri hem de seyirci tarafında ezber bozdukları doğru. Metnin zamansal olarak düz bir akış izlememesi, hiç bir şeye fazla anlam yüklemeyip çoğu şeyi seyirciye bırakması, üçüncü iç sesin yazara ait olması ve yazarın tereddütlerinin de verilmesi tatlı buluşlar. Lakin Boyalıkuş'tan beklemediğim naiflikte bir oyun izlediğim kanısındayım. Rejideki denemelere ve oyuncuların beden kullanımı becerilerine diyecek yok ama 'feminist tiyatro' yapan gruptan, 'kadın-erkek' ilişkilerine dair daha net bir söylem bekliyordum. Kadın-erkek iletişimsizliğini anlatma noktasında değil ama tanıtım yazısında geçen 'binlerce yıldır süren erkek egemen sistemin' anlatılması konusunda beklediğimi bulamadım. Gerçi ekip de ‘anlamlandırmayı ve nasıl bir bakış açısıyla izleyeceğini’ seyirciye bıraktığını söylüyor. Tarafım ve bakış açım belli olduğu halde ekipten alışık olduğum feminist dramaturgiyi yakalayamayınca, farklı rejinin tadını çıkarmayı tercih ettim. Kendi açınızı bulmak size kalmış...

9 Kasım 2011 Çarşamba

Oyunlara biraz kadın bakış açısı lütfen!







Neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor; tecavüze, tacize uğruyor. Gazeteler ‘güzel kadın’ görseline
doymuyor. Uzun bacaklar, diri memeler ve şehvetli pozların; ‘daralan’ ruhları ferahlatması umuluyor. Kadın cinsi halihazırda durmaksızın aşağılanmakta, şiddete maruz kalmaktayken; dünyanın ne kadar berbat bir yer olduğunu göstermeyi dert eden tiyatro oyunlarında da bu tavır tekrarlanmak zorunda mı? Yazarların, yönetmenlerin, dramaturgların bir metne ‘feminist dramaturgiyle’ olmasa bile en azından ‘kadın bakış açısını’ göz önüne alarak bakmaları çok mu zor? Yoksa kendi hayatlarında da böyle bir dertleri olmadığı için, farkına varmadan mı sahnede de bu tarz bir yok saymaya gidiyorlar? 


Tiyatro Yanetki, İrlandalı çağdaş oyun yazarı Martin McDonagh’ın Galway üçlemesinden ‘Yalnız Batı’yı sahneliyor. İrlanda’da küçük bir kasabada yaşayan iki yetişkin erkek kardeş, bir rahip ve kasabanın güzel kızı Girleen’den oluşan kadro; kasabanın depresif havasının bir kesitini sunuyor. İntiharların, cinayetin ve her türlü intikamın doğal karşılandığı kasabada bir grup insan çamurda debelenircesine, birbirlerine karşı en ufak bir sevgi ya da empati kırıntısı beslemeden yaşamakta. Vicdanı temsil etme görevi; ‘kötülükleri’ engelleyemediği için ‘inanç krizleri’ yaşayan, vicdan azabı ve alkol düşkünlüğü arasında debelenen rahip Welsh’te. 
Coleman ve Valane; birbirinden kaba, umarsız iki yetişkin erkek kardeş. Babalarını kaza sonucu kaybettikten sonraki mezarlık sahnesiyle başlıyor oyun. Esasında babayı Coleman bilerek öldürmüştür. Tüm kasaba, gerçeği ‘kaza oldu’ yalanıyla değiştirmektedir. Zira burada böyle şeyler pek umursanmaz... Düzeni değiştirmeye tek niyetli olan rahiptir, o da hayli beceriksizdir. Bir paket cips ya da iki yudum viski için bile birbirlerinin boğazına sarılmaya hazır iki kardeşin bağlanması için tek çırpınanan da odur. Lakin suçluluk hissinden kurtulamaz. Girleen ise acımasız ve son derece cinsiyetçi bu erkek dünyasındaki tek kadın. Ancak belli ki kadın karakterin de oyunun genelindeki cinsiyetçi havayı dağıtması ihtimali söz konusu edilmemiş. 


McDonagh’ın kaba komedi - kara mizah eseri metni evet, türün doğasının da gereği olarak bolca küfür
içeriyor. Yanetki’nin sahnelemesindeki sorunsa sahnede kurulamayan denge. Zira bu tür metinler bıçak sırtı bir noktada duruyor. Metni sahneye; bir tür oyunculuk ya da sahne şehvetine kapılıp taşıyınca, yazarın bahsettiği feci dünyaya belli bir mesafeden bakmaktansa o çamurun içinde karakterlerle debelenmeye başlıyorsunuz. Oyunun tek kadın karakteri tüm kasabanın kendisini nasıl da ‘becermek’ istediğini anlatırken misal, sahneleme tercihinden ötürü, farkında olmadan cinsini aşağılayan bir beden dili sergileyebiliyor. Kardeşler metindeki küfürleri, kendilerinden geçip fazla fazla kullanabiliyor. Seyirci de her küfürle otomatik kahkahalara boğulabiliyor. Kabul, bir kara komedi metninden bahsediyoruz. Ama sahnede koca bir erkek dünyası kurup, kadın karaktere de bulunduğu duruma belli bir mesafeden bakma fırsatı sağlanmıyorsa, en azından kadın seyirci açısından rahatsız edici bir durum var demektir.  
Oyunu 20’li yaşlarında bir seyirci grubuyla izledim. Hissettiğim rahatsızlığın daha ağırı; genç kadın seyircilerin de kendi cinslerini aşağılayan lafları ve sahnelemeyi kahkahalarla karşılaması oldu. Buradan bakarsak, “Seyirci oyuna bayıldı” denebilir ama tam da bu durum, bizi oyunun temel derdinden uzağa savuruyor. Bu kaba komedi metni bize nasıl da acımasız bir çağda yaşadığımızı anlatmak istemiyor muydu? Çok eğlendik ama neden bu kadar ‘yalnız ruhlar’ olduğumuzu sorgulayabildik mi? 


Sorun tek başına oyunculuklarda değil; tercih edilen oyunculuk tarzında. Murat Mahmutyazıcıoğlu, rahip
rolünde vicdanı tam tamına temsil eden bir oyunculuk sergiliyor. Coleman’da Deniz Karaoğlu, Valane’de Faruk Barman enerji saçıyor. Problem şu ki ikili fena halde ‘seyirciye oynuyor’. Doğal bir oyunculukla atışmaları, birbirlerinin boğazlarına sarılacak hale gelmeleri ve durmaksızın savurdukları küfürler güldürdükçe de enerjileri yükselişe geçiyor. 
Ama o doğal oyunculuk hali, televizyon skeci komikliğiyle baş başa bırakıyor izleyiciyi. Kuşkusuz bu da
bilinçli bir tercih, genç izleyiciyi eğlendirmek için de pratik bir yol. Ama tiyatro oyunu dediğimiz şeyin
çarpıcılığını eksiltiyor, McDonagh’ın sunduğu gri dünyayı anlamamızı zorlaştırıyor. Komedi bulutu içinde kaybolup eğlenceli vakit geçirmiş olmakla kalıyoruz. Ahlakın, sevginin, bireyin yok oluşunu, ‘yalnız ruhları’ gerçekten anlamamız için rejinin de oyunculukların da belli bir mesafeden kurulmasına ihtiyacımız var. Ve biraz kadın bakış açısına... 


Yalnız Batı 
Yazan: Martin McDonagh 
Yönetmen: Serkan Üstüner 
Çeviri ve Dramaturgi: Elif Baş
Oyuncular: Deniz Karaoğlu, Faruk Barman, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Damla Sönmez

26 Ekim 2011 Çarşamba

Bu kıyıya bir uğramak lazım...

Merve Engin ismini duydunuz mu? Duymadıysanız, hele bir de tiyatro sözcüğünün kendisi bile tüylerinizi diken diken etmeye yetiyorsa, ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ni görün. Bir yıldır sahnelediği bu tek kişilik oyun, İtalyan Commedia Dell’Arte geleneğinin bir alt türü olan Commedia Gabriellina stiline ait. Engin’in 11 karakteri tek başına canlandırdığı 60 dakikalık, temposu düşmeyen bir gösteri. Commedia Dell’Arte’ye ucundan aşinaysanız; Pantalone, Arlecchino gibi karakterlerden haberdarsanız söyleyelim: Engin düz bir oyun çıkarmıyor, ön oyunda da asıl metinde de sık sık seyirciyle temas kuruyor. Sağa sola laf yetiştiriyor, düşen aksesuarı da söyleyemediği repliği de malzeme yapıp enerjisini yükseltiyor. Marifeti de tonlama ve vücut kullanımı çeşitlemeleriyle sınırlı kalmıyor; hortumdan kusma efektine türlü doğal olayı seyircinin gözünün önüne getiriyor. Bir tür stand-up yapıyor. Laf aramızda, “Aranan komik-kadın bulundu” türü tespitlerden haz etmiyor. ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ 20 Ekim’de Kumbaracı 50’de; ardından Engin iki sıfır oyunla daha (‘Kaplumbağalar Şişmanlamaz Çünkü Kabukları Vardır’ ve ‘Sinekler Sevişirken’) aynı sahnede olacak.