23 Kasım 2011 Çarşamba

Oyununuzu 'normal mi' alırsınız, 'alternatif mi'?


Alternatif tiyatrolardaki ‘yaratıcılık kıvılcımının’ zorunluluktan doğduğunu söylemek ne kadar doğru olur? Peki ‘normal’ mekanlar zorluk çekmediği için mi daha az yaratıcı? 

Tekrarına denk geldim; NTV'de Yekta Kopan, tiyatrocular Nilgün Kurt, Serkan Keskin ve Yeşim Özsoy Gülan ile alternatif tiyatro mekânlarını konuşuyordu. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin'den de görüş alınmış. Bilgin, alternatif mekânların çoğalmasından duyduğu memnuniyete geçmeden, “Keşke alternatif mekânlara gelene kadar normal tiyatro mekânları da yeterli olsaydı” dedi. 'Normal' ile kast ettiği klasik tiyatro salonlarında çalışabilen, ödenekli ve özel tiyatrolar olsa gerek. Ardından, zaten ‘alternatif tiyatroların' da biraz da bu yetersizlikten yola çıkarak hayat bulduğunu, buralardan ‘yaratıcı kıvılcımlar’ çıkmasının kaynaklarından birinin de ‘zorunluluk’ olduğundan bahsetti. Bilgin son derece iyi bir niyetle aktarıyordu gözlemlerini şüphesiz. Gelgelelim aklıma şöyle şeyler takıldı:

'Normal' tiyatrolar pek zorlukla karşılaşmadıkları; mekân, dekor, telif vs sıkıntısı çekmedikleri, kemikleşmiş bir oyuncu kitlesine de sahip oldukları için 'yaratıcılıktan' uzak düşmüş olabilirler mi? Diğer yandan alternatif tiyatrolardaki ‘yaratıcılık kıvılcımının’ zorunluluktan doğduğunu söylemek ne kadar doğru olur? Kanımca ortada bir zorunluluk varsa bile bu Bilgin'in bahsettiği maddi imkânsızlıklardan, mekansızlık sorunlarından daha derin bir dertten kaynaklanmakta. Genç kuşağın 'başka türlü' bir tiyatro yapmak, çağına dair meseleleri sahneye taşımak istemesi; asıl zorunluluk. ‘Büyük büyük’ oynamaktan, klasik metinleri, klasik yorumlar ve rejilerle sahnelemekten kaçınmak istemeleri, kafaya asıl taktıkları. Neredeyse her ay yeni bir grubun doğmasının sebeplerinden biri de bu zorunluluk. Geri kalan her şey içinse 'tercih' kelimesini kullanmak daha isabetli olacaktır.

                                                            ****

Geri kalanlar: Alternatif olarak adlandırdığımız grupların dar mekânlarda, maksimum 50 kişiye oynaması. Her seferinde farklı biçimler denemeleri. Farklı ülkelerde örneklerini gördükleri sahneleme yollarına sapmaları. Çağdaş yazarların metinlerini çevirmeleri. Dekor ve kostümde, seslendirmede yeni denemeler yapmaları... Hepsi kendi yollarını bulma girişimlerinin sonucu. Tercihleri böyle olduğu için de ortaya çıkan pahalı ve hantal prodüksiyonlar değil, yeni ve yaratıcı işler oluyor. Sonuç eksik/fazla olabilir ama yaratıcı ve üretken oldukları kesin. Seyirci tarafının da hakkını yememek gerek: Gittiğim hemen her oyun, mekânı tıka basa dolduran bir gruba oynanıyor. Bunda ekiplerin çabalarının etkisi büyük ama seyircinin de üzerinde daha çok düşünülmüş işler görmek, kendi hayatlarına da dokunan öyküler duymak istediği aşikar. Çekinmeden takipte olmak lazım, elini korkak alıştırmayan grupları. Daha iyiye yol almaları için de üzerine tartışmak, yazmak... Darısı 'normal' mekânlara sahip tiyatroların da başına olsun.


Adem'le Havva hiç bu kadar suskun olmadı 


Kurulduğundan beri 'feminist tiyatro' yapan Tiyatro Boyalıkuş, yeni oyunlarında yukarıdaki mevzua örnek olabilecek bir yola sapıyor: ‘İç Ses’, alışık olduğumuz formların dışında bir oyun. Jale Karabekir’in yönetip yazdığı oyun, bir tür Adem ve Havva hikâyesi. Yaptığıysa salt bir kadın-erkek öyküsü anlatmak değil. Oyuncuların seslerinden vazgeçilmiş, kadın ve erkek oyuncuya birer iç ses verilmiş. Karşılığında bedenlerini mümkün olduğunca verimli kullanmaları beklenmiş. Şengül Özdemir ve Gökmen Kasabalı, birbirini çok sevmiş ama kendilerinin bile unuttuğu bir sebepten küsüp, susmayı seçmiş olan, kadınla erkeği sessizce canlandırıyor. İçlerinden geçirdikleri her şeyi, seslendirme yapan oyuncuların mekâna yayılan sözlerinden takip ediyoruz.
Broşürlerine de not ettikleri gibi hem kendileri hem de seyirci tarafında ezber bozdukları doğru. Metnin zamansal olarak düz bir akış izlememesi, hiç bir şeye fazla anlam yüklemeyip çoğu şeyi seyirciye bırakması, üçüncü iç sesin yazara ait olması ve yazarın tereddütlerinin de verilmesi tatlı buluşlar. Lakin Boyalıkuş'tan beklemediğim naiflikte bir oyun izlediğim kanısındayım. Rejideki denemelere ve oyuncuların beden kullanımı becerilerine diyecek yok ama 'feminist tiyatro' yapan gruptan, 'kadın-erkek' ilişkilerine dair daha net bir söylem bekliyordum. Kadın-erkek iletişimsizliğini anlatma noktasında değil ama tanıtım yazısında geçen 'binlerce yıldır süren erkek egemen sistemin' anlatılması konusunda beklediğimi bulamadım. Gerçi ekip de ‘anlamlandırmayı ve nasıl bir bakış açısıyla izleyeceğini’ seyirciye bıraktığını söylüyor. Tarafım ve bakış açım belli olduğu halde ekipten alışık olduğum feminist dramaturgiyi yakalayamayınca, farklı rejinin tadını çıkarmayı tercih ettim. Kendi açınızı bulmak size kalmış...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder